Monday, December 29, 2014

ABD Polis Yanlıları ve Polis Şiddeti Karşıtları ve Utah’ta İki Eylem


Bu Cuma günü, ABD’nin Utah eyaletinde ilginç bir eylemin parçası oldum. Aslında bu yazdan beri devam eden, ABD’nin Occupy Wall Street’i de aşan, bu ülkede benim bulunduğum 6 sene boyunca ülkenin gördüğü, en büyük toplumsal hareketinin bir parçası idi bu eylem. Ferguson’da polisin silahı olmayan bir siyah genci öldürmesinin ardından, başlayan polis şiddeti eylemler, Occupy Hareketi’nin aksine, başladığı yılı, yani 2014 yılını dinamizmini hiç yitirmeden tamamladı. Occupy Hareketi gibi, işgal edilen bir park, yani hareketin odak noktası olan bir yer yoktu. Ancak kişisel olarak duyduğum öyküler ile, haberlerden, ve Polis Yanlılarının kendilerini savunma biçimine bakarak ABD’de son derece yaygın olduğu sonucuna vardığım, Avrupalı olmayan etnik gruplar ile, düşük gelir gruplarının yaygın olarak maruz kaldığı polis şiddeti, hareketin dinamizmini koruması için yeterli idi. Sonuç olarak Ferguson’un ardından, bir kısmı ulusal derecede yankılanan, bir kısmı yerel düzeyde, duyulan birçok polis şiddeti vakası gündeme geldi. Ve polis şiddeti vakaları insanların bu hareketi devam ettirme konusunda kararlılıklarını arttırdı. Bu defa ülke genelinde polisin parkları basıp, işgalcileri çıkararak eylemleri bitirme şansı da zor olduğunda, eylemleri sona ermesini sağlamak daha zor.  

Ancak Polis Şiddeti Karşıtı Hareket, New York’ta iki polisin vurulmasından sonra yeni ve ilginç bir durumla karşılaştı. Olayı takip etmemiş olanlar için bir hatırlatma yapayım. 20 Şubat Cumartesi günü New York’ta iki polis memuru sivil bir adam tarafından vuruldu. Ne polis memurları ne de polis memurlarını öldüren adam Avrupalı değildi. Polis Memurları Latin ve Asya kökenliledi, polisleri öldüren adam ise siyahtı. Cinayeti işleyen adam olaydan hemen sonra, intihar etti, böylece, Amerikan kamuoyunun adamın bu cinayeti neden işlediğini öğrenme şansı kalmadı.

Polis Şiddeti Karşıtı Hareketin New York ayağı olayı kınadı, ve New York’taki eylemlere bir süre için ara vereceklerini söyledi. Bu cinayetin en önemli etkisi, ABD’de Ferguson Olayı’nın sonrasında zaten var olan polis yanlısı eylemleri yaygınlaştırması oldu. Şunu söylemek lazım, polis yanlısı eylemlerin söyleyebileceği fazla bir şey yok aslında ABD’de. Türkiye’deki gibi “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim.” gibi sloganlar tabii kullanılamıyor. Polisin destan yazdığı da en azından ABD başkanı, Obama tarafından dile getirilemiyor. Obama biraz 90lardaki Ecevit gibi, polis şiddetine hareket geçme konusunda tereddüt ediyor. Kendi siyasi partisinin ötesinde, polis şiddetine karşı arkasında olacak belki bugünkü hareketin de ötesinde çok güçlü ve çok kararlı bir destek olduğunu hissetmeden harekete geçmesi güç. Ancak bir Cumhuriyetçi veya bir AKPli gibi, polis şiddetini normal ve gerekli bir uygulama olarak da göstermiyor. Ancak iki polisin öldürülmesinden sonra, polisin şiddet kullanmasının, hayatta kalmaları için gerekli olduğunu savunmak nisbeten kolay hale geldi. Sonuç olarak polis yanlısı eylemler nisbeten daha fazla destek bulmaya başladı. Kişisel olarak iki polisin öldürülmesinin hiçbir şekilde bir eylem olduğunu, ve polislerin can güvenliği için de önlemler alınması gerektiğini düşünüyorum, ancak bu bence polis şiddetini ve polis yanlısı eylemleri bence meşrulaştırmıyor.

Utah’taki polis yanlısı eylem 26 Aralık günü, yani geçen Cuma günü gerçekleşti. 26 Aralık, Noel’in yani 25 Aralık’ın hemen sonrası aynı zamanda iş günü. Dolayısı ile gerek ailesini ziyaret eden öğrencilerin, gerekse iş yerlerinde çalışan orta düzeyde veya düşük gelirli insanların eylem yapmasının oldukça güç olduğu bir gün. Polis Yanlısı Eylemin saati sabah 11:45 idi. Mesai saati sayılabilecek bir saat, örneğin benim okuduğum ve çalıştığım üniversitede öğlen yemeği için verilen aradan 45 dakika önce. Ancak elbette şirketlerin üst düzeyinde çalışan insanlar, şirket sahipleri ile, çalıştıkları iş yerlerinde polis yanlısı eyleme katılacaklarını söylediklerinde izin alması kolay olan insanlar için 11:45’te eyleme gelmek nisbeten kolaydı. Zaten Utah, ABD’nin en muhafazakar ve sağcı eyaletlerinden birisi idi. Sol veya sosyalist hareketler, hatta Demokrat Parti bir yana, ilerici hareketlerin hemen hemen tamamı burada küçük bir azınlıklardı sadece. Sonuç olarak Utah’ın bu güne kadar gördüğüm en kalabalık sağcı eylemi gerçekleşti. Katılan insan sayısı gazelerin yazdığına göre 70-80 civarı idi. Bu sayı, benim gördüğüm en kalabalık üç sol eylemin, Occupy Hareketinin en büyük eylemine, Polis Şiddeti Karşıtı Eylemlerin en büyüğüne ve daha önce polis tarafından öldürülen bir siyah gencin ailesini desteklemek için yapılan eyleme katılan insan sayısının en fazla yarısı idi, belki üçte birinden de azı.

Polis Şiddeti’ne Karşı Hareketin Utah Ayağı da, bu eyleme karşı toplayabildiği kadar insan toplayıp bir karşı eylem yapmaya karar verdi. Ben de bu Polis Yanlısı Eyleme karşı eylemin bir parçası idim. O gün bizim sayımız 25 civarı idi, ancak 70 80 kişilik polis yanlısı eylem yapan gruptan çok daha organize olmuş bir haldeydik, ne istediğimizi ve nasıl ifade edeceğimizi daha iyi biliyorduk. Sonuç olarak kendini ifade etme gücü açısından birbirine denk iki grup olarak karşı karşıya geldik.

Öncelikle neden polis yanlısı bir eylemin yanıbaşında bir karşı eylem yapmak istediğimiz sorulabilir. Sonuç olarak başka bir gün yeni bir eylem yapabilirdik. Ancak bunun cevabı bir parça, polis yanlısı eylemin detaylarında gizli.

Öncelikle polis yanlısı eylemin pankartlarının bir bölümüne bakmak sanırım faydalı olacaktır. “Polis öldürmek için ateş etmez, hayatta kalmak için eder”, “Polisler iyi insanlardır”, “Tanrı Polisi Korusun” pankartların bir bölümüydü. Eylemi düzenleyen bir Emlak Şirketi’nin sahibi Denis Merchant “Biz çoğunluğun sesinin çıkmadığını düşünüyoruz, bizce sesi çıkan bir azınlık.” Diyerek insanları eyleme çağırdı. Bir polis memurunun eşi olan bir eylemci basına yansıyan sözlerinden birisi“İnsanlar polislerin kötü insanlar olmadığını söylediğinde bizlerin kalbi kırılıyor”.

Bu sözlerin her birinin bence çok açık bir mesajı yansıtıyor. Sonuç olarak, ABD’de kimse polisler öldürülsün demiyor. ABD’de kimse polisler birileri onlara saldırdığında kendini savunmasın demiyor. Kimse hiçbir neden olmadan, polisler kötü insanlardır demiyor. Birbiri ardından ortaya çıkan olaylar, ABD’de bir kesime karşı büyük bir polis şiddetinin olduğunu gösteriyor. Bu şiddeti polis kendisine tabanca doğrultan insanlara karşı uygulamıyor. O kesimin her üyesini olağan bir şüpheli ve suçlu olarak görüyorlar ve o kesime dahil herkes her an çoğu zaman mantıklı bir neden olmadan polis şiddetine maruz kalabiliyor. Daha beteri de bu kesime şiddet uygulayan polis memurları meslektaşları ve yargı sistemi tarafından korunuyorlar. Polis şiddeti karşıtı eylemlere katılanlar bu şiddetin bitmesini istiyorlar. Polis yanlısı eyleme katılanlar ise, açıkça hayır polisin uyguladığı böyle bir şiddetin olmadığını söyleyemiyorlar. Polis şiddeti karşıtlarının öne sürdüğü vakaları ancak kısmen çürütebiliyorlar. Utah’taki polis yanlısı eylemde de mesela kötü polisler de var ama onlar çok küçük azınlık diyebiliyorlar. Bu durumda da polis yanlısı eylem ister istemez belli bir mesajı yansıtıyor. Utah’taki eylemcinin dediği gibi sesi çıkan küçük bir azınlıksa, eylemcinin var olduğunu savunduğu büyük çoğunluk ne istiyor? Küçük azınlık “Polis şiddetinin bitmesini, hukuksuz şiddet uygulayan polislerin yargı sistemi tarafından cezalandırılmasını istiyor.” Bu durumda büyük çoğunluk olduğu iddia edilen kesim polis şiddetinin devamını, ve hukuksuz şiddet uygulayan polislerin yargı tarafından korunmasını mı istiyor? Açıkçası Utah eyleminde her ne kadar Türkiye’deki “Yol ver gidelim Taksim’i ezelim.” sloganlarındaki kadar açık olmasa da benim aldığım mesaj bu oldu. Ki bu mesajı güçlendiren bir faktör de, Utah Eyaletinde şiddet uygulayan polislere dava açması gerek en üst düzey hukuk görevlisi, Utah Eyalet Başsavcısı Sean Reyes’in de katılması oldu.

Dolayısı ile Polis Şiddeti Kaşıtları için bu eylemin mutlaka bir karşılığı olmalısı şarttı. Utah gibi muhafazakar bir eyalette en uygun olmayan gün ve saatte bile, polis (şiddeti) yanlısı bir eyleme karşı bir eylemin olabileceğini göstermek de Polis Şiddeti Karşıtları için verilmesi gereken mesajdı. Sonuç olarak Polis Yanlısı Eylemcilerle aynı saatte benim de dahil olduğum 25 kadar eylemci olarak, karşı bir eylem başlattık. Şunu ifade etmek lazım, sonradan aramızdan birisinin üzerinde “Mavilerin Hayatları Önemsizdir.” yazan kabul edilemez bir pankart getirdiğini öğrendim. Pankartı getiren arkadaş, kendince polis şiddeti karşıtlarının “Siyahların hayatı önemlidir.” Slogandan bir slogan türetmiş. Ancak getirdiği pankart eyleme bir parça gölge düşürdü. Ancak öğrendiğim kadarı ile pankart kaldırıldı.

Karşımızda bulunan polis yanlılarının eyleminin nasıl geliştiğini görme fırsatım olmadı. Bizim tarafımızda, bizler slogan attık, sonrasında, aramızdan iki kişi öne çıkarak konuşma yaptı. Konuşmalardan ilki devam ederken, polis yanlısı grup bir anda üzerimize yürüdü. Daha sonra, iki gruptan da öne çıkan insanlar sayesinde gerginlik yatıştı. Bizim gruptan öne çıkan ABD’de doktora yapmak için burada bulunan diğer Türk arkadaştı. Bu sayede, öbür gruptan öne çıkan adamın dediklerini öğrenebildim. Polis yanlısı gruptan gelen adamın sorduğu sorulardan en ilginci sanırım “Neden sizin aranızda hiç beyaz (yani Avrupalı-Amerikalı) yok?” sorusuydu. Sonrasında bizim taraftan gelenlere ABD’de ırkçılık olmadığını, Obama’nın başkan seçilmesinin bunun kanıtı olduğunu anlatmaya çalışmış.

Tartışmanın ardından bizim grubumuzda öne çıkan arkadaşlar konuşmalarına devam ettiler. Bizim gruptaki konuşmalar sürerken öbür grup dağıldı. Onlar dağılmak üzereyken, eylem yaptığımız alanın yanına gelen bir polis arabası yanaştı. Ve polis yanlısı eylemciler, tek tek polis arabasındaki polislerin ellerini sıktılar. Sonra da evlerine döndüler.

Monday, December 1, 2014

Ferguson Olayları ve ABD’de Polis Şiddeti


Öncelikle şunu belirtmeliyim. En başından beri Ferguson Olaylarını ancak kısmen takip edebildim. Olaylara neden olan ana meselenin tüm ayrıntılarını bilmiyorum. Olayda polis şiddetini haklı çıkaracak ayrıntılar olabilir. Ancak, ABD’de yaşadığım 6 küsur senenin ardından, bu ülkede, kimi gruplara karşı ciddi bir polis şiddeti olduğunu düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü bu yazıda ayrıntıları ile yazacağım.

Ancak öncelikle Ferguson Olayı ile ilgili benim deneyimlerimi aktarmak istiyorum. Ferguson Olayları başladığı günlerde olayları çok fazla takip edemedim. Türkiye gündemi çok aktifti. Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında Recep Tayyip Erdoğan AKP’nin yeni genel başkanını seçiyordu. Sonrasında, akademik yaşamımda ortaya çıkan kimi sorunları halletmek, oldukça fazla zamanımı aldığı için, yine bu olayı tüm ayrıntıları ile araştırma fırsatım olmadı. Ne yazık ki bu yazının öncesinde de kapsamlı bir araştırma yapma şansım yok.

Sadece şunu söyleyebilirim. Olay sırasında, ABD’de Ferguson Missouri’de silah taşımayan siyah bir genç polis tarafından vuruluyor. Polisin iddiasına göre genç polisin yüzüne vurmuş. Sonra da polisin silahını almaya çalışmış. Ancak olayın bu şekilde olmadığını savunan tanıklar da var. Daha önce de yazdığım gibi burada ABD polisi haklı ya da haksız olabilir. Ancak beni ve diğer insanları asıl çileden çıkaran iki konu şu. Birincisi, en azından ciddi bir soruşturma gerektirdiği halde bu konunun hızla kapanması için çaba harcandığına ilişkin oluşan izlenim. İkincisi de olayın ardından polis şiddetini protesto edenlere karşı tahammülsüzlük. Ki bu tahammülsüzlük sadece ilgili şehrin polisi ve valisi tarafından değil, aynı zamanda ABD’deki sağcı medya tarafından da sergileniyor.

Bu olayın ABD’de tanık olduğum en organize ve kapsamlı hareketlerden birini başlattığını söyleyebilirim. Hareketin ismi Polis Şiddetine Karşı Mücadele Hareketi. Ve sadece benim bulunduğum şehirde değil, birçok başka şehirde de hareketin içinde bulunan birçok insan var. 50 60 kişinin yaptığı bir gösterinin haber değeri taşıdığı küçük bir şehir Salt Lake City. Ancak bu hareket, yani Polis Şiddetine Karşı Mücadele Hareketi, olaydan aylar sonra 200 300 kişi toplayıp yürüyüş düzenleyebiliyor, üstelik de Utah’ın önemli politikacılarından birini de yürüyüşe davet edebiliyor. Olayın sonrasında kurulan CopWatch adından bir facebook grubu var. Bu site, isminden de anlaşılabileceği gibi, polisleri izliyor, ABD’nin her yerinde polis şiddeti vakaları hakkındaki haberleri topluyor ve facebook üzerinden yayınlıyor. Öyle olaylar var ki, insan inanmak da güçlük çekiyor. Facebook hesabınız varsa bir göz atmanızı tavsiye ederim. Ben bu yazımda, kendi dinlediğim veya  araştırdığım vakalardan bahsedeceğim.

Öncelikle, elimden geldiğince Polis Şiddetine Karşı Mücadele Hareketini takip etmeye çalıştığımı belirteyim. Eylül ayında bir eylemlerine katılmıştım. Son bir hafta içinde de iki eylemlerine katıldım. Biri yukarıda bahsettiğim büyük eylem. Bundan iki yıl kadar önce, bir başka güvenlik kuvvetinin yol açtığı ölümün ardından Salt Lake City’de düzenlenen eylemi organize edenlerden biri de bendim.

Olayın kurbanı Trayvon Martin adındaki gençti. Florida’da gönüllü mahalle bekçisi tarafından öldürülmüştü. ABD’de pek çok yerde mahallelerde insanlar organize olup, her akşam aralarından birini bekçi olarak görevlendiriyorlar. Görevlendirilen mahalle bekçisi, o mahallede yaşayan insanlardan birisi oluyor, ve gönüllü olduğu akşam, gece boyunca mahalleye giren çıkan insanları gözlemliyor. Bu tarz gönüllü mahalle bekçilerinin kendilerini savunmalarını gerektiren durumlar haricinde silah kullanma yetkisi yok. Şüphelendikleri durumlarda yapmaları gereken polisi arayıp olayı bildirmek.

Olayın olduğu gece Florida’da ilgili mahallenin bekçisi 16 yaşında siyah bir çocuk görüyor. Sırf görünüşüne bakarak çocuğu şüpheli buluyor. Takip etmeye karar veriyor. Olayın buraya kadar olan bölümünde hiçbir şüphe yok. O gece gönüllü mahalle bekçiliği yapan adam da bunu itiraf ediyor. Takip ettiği çocuk birkaç dakikalık yürüyüş mesafesinde oturan, orta sınıf olarak adlandırılabilecek bir ailenin çocuğu. Çocuk bir süre hızlı yürüyerek, gece vakti kendisini takip eden tanımadığı adamdan kaçmaya çalışıyor. Sonra arkasını dönüyor. “Niye beni takip ediyorsun?” diye soruyor. Onu takip eden adam da “Bu mahallede ne yapıyorsun?” diyor çocuğa. Buradan sonra ne olduğu tartışmalı. Bir şekilde çocukla adamın arasındaki tartışma kavgaya dönüşüyor. İlk kimin kime vurduğu belli değil, ilgili tanıklar farklı şeyler söylüyor. Ama sonuç olarak adam çocuğu vuruyor.

Olayın asıl vahim yanı bundan sonra başlıyor. Polis olay yerine geliyor, adamı kısa bir sorgudan sonra serbest bırakıyor. Oysa adam, mevcud durumda ciddi bir şüpheli. Ve şüpheli insanlara uygulanan standard prosedür, uyuşturucu ve alkol testi ile sicil taraması bu adama uygulanmıyor. Bunun yerine polis ölen çocuğun uyuşturucu kullanıp kullanmadığını test ediyor, geçmişini tartıyor, yani adeta çocuğun ölümünü haklı çıkaracak bir bahane arıyor. Çocuğun ailesi iki gün sonra çocuklarının izini bulabiliyor. Olay aydınlandıkça, polis ve mahkemelerin üzerinde baskı artıyor ve sonunda olaya karşılan gönüllü mahalle bekçisi tutuklanıyor ve yargılanıyor.

ABD askerlerinin tüm Dünya’da uyguladıkları şiddeti iyi kötü medyadan ve kimi zaman bizzat Amerikalıların yaptığı, ve söz konusu şiddeti övünerek anlattıkları filmlerden görebiliyoruz. Bu filmlerin örneğini izlemek isteyenler, internetten Zero Dark Trinity’i bulup seyredebilir, ancak bunu yapmak isteyenlere filmin çok rahatsız edici olduğunu belirtmeliyim. Bu şiddeti uygulayan askerlerin de çoğu zaman hiçbir ceza almadan kurtulabildiklerini iyi kötü biliyoruz. Nisbeten daha az bilinen ABD içindeki güvenlik birimlerinin de, federal polisin, veya kimi şehir belediyelerinin kontrolündeki polisin, hatta gönüllü güvenlik görevlilerinin ABD için kimi gruplara karşı şiddetinin var olduğu ve daha vahimi, ABD’de bu gruplara şiddet uygulayan güvenlik görevlilerinin, çoğu zaman komik sayılabilecek açıklamalarla, mahkeme bir yana savcının karşısında bile çıkmaktan kurtulabilmesi.

Örneğin yakın zamanda Utah’taki bir vakada, samuray kılıcı taşıyan bir siyah adam polis tarafından vuruluyor. Adamın kılıç taşımasının nedeni, Utah’ta o gün düzenlenen bir çizgi roman festivali. Bu festivale gelenlerin önemli bölümü çizgi roman karakterleri gibi giyinerek geliyorlar. Bunun ötesinde, Utah’ta samuray kılıcı bir yana, ruhsatsız tabanca bile taşımanın serbest olduğunu. Hatta bu eyaletin parlementosunun, ruhsatsız silah taşımaya karşı çıkacak her türlü kısıtlamaya şiddetle karşı olduğunu belirtmeliyim. Yani samuray kılıcı taşımak bir yana, tabanca taşımak bile bu eyalette suç değil. Ancak polis, siyah adamı, kılıç taşıyor bahanesi ile vurabiliyor. Ve ilgili şehri polis teşkilatı haklı olduklarını ispatlamak için, adamın taşıdığı kılıç olduğunu iddia ettikleri kılıcı basına gösteriyorlar. Göstermeleri gereken polisin adamı vurmasına neden olabilecek bir şey yapıp yapmadığı olması gerektiği halde. Basına yansıyan son vakada polis 12 yaşında bir çocuğu üzerindeki oyuncak tabancayı gerçek sandıkları için vurup öldürüyor.

Sağcı medya ve kimi siyasetçiler adeta, polisin ve güvenlik görevlilerinin güvenliği sağlamak için kimi ABD vatandaşlarını yanlışlıkla öldürmelerinin hoş görülmesi gerektiğini savunuyorlar. Bu açıklamanın farklı bir versiyonunu biz ABDli olmayan Dünya vatandaşları da biliyoruz. Sonuçta ABDli sağcılar bizim de yüzümüze baka baka kendi askerlerinin, ülke güvenliğini sağlamak için kimi zaman yanlışlıkla görev yaptıkları ülkelerin vatandaşlarını öldürebileceğini, bunu yapan askerlerin uluslararası yargı makamlarında yargılanamayacağını söylüyorlar. Zaten bu nedenle ABD uluslarası yargı sistemini tanımıyor. İlginç olan, ABD içindeki güvenlik görevlilerinin de, kendi ülkelerinin güvenliğini sağlamak için ABD vatandaşlarını öldürebilmeleri. Sonuçta güvenlik görevlisi tüm ABD vatandaşlarının güvenliğini sağlamakla görevli ve buna öldürdüğü insan da dahil. Bu elbette komik bir durum, bir güvenlik görevlisi, güvenliğini sağlaması gereken adamı öldürdüğünde bunu normal karşılamak nasıl mümkün olabilir diye sorabilirsiniz.

Cevap elbette, aslında sağcıların da bildiği, doğrudan söyleyemeseler de ima yolu ile ifade ettiği bir şey. Tüm ABD vatandaşları eşit değil. Kimi ABD vatandaşları diğerlerine göre daha fazla Amerikalı sayılıyor.

Bizim ülkemizde de kimi polislerin, kimi Türkiye vatandaşlarına diğerlerinden daha farklı davrandıklarına şahit olan, en azından bunu duyan olmuştur. Zengin insanlar ve AKPliler bugün bu kategoriye giren insanlar. Günümüzde AKPliler de zengin insanlar da görünümleri sayesinde ayırt edilebiliyorlar. O nedenle polis ortalama, laik yaşam tarzına sahip biri ile karşılaştığında çok da çekinmesine gerek olmuyor. Sonuç olarak yanlış bir şey yaptığında, kendisinden hesap sorulmasının çok da kolay olmadığını biliyor.

ABD böyle değil, ABD’de ortalama ABD vatandaşı olan Avrupa kökenli ve orta düzeyde gelir sahibi olan, üniversite mezunu olan, ya da en azından düzenli bir işte çalışan insanların polisten hesap sorma şansı bize göre daha fazla. Polisin, belediyelere bağlı olması, ve ABDli vatandaşların sahip olduğu ortalama bilinç düzeyi bunu kolaylaştırıyor.

Ancak siyah, Latin Amerikalı, evsiz, ya da üniversite mezunu olmayan ve ekonomik olarak kötü durumda olan insanlar söz konusu olduğunda, polisten hesap sormak daha zor.  Sonuç olarak ABD’deki yargı sistemi ve sağcı ve kimi zaman tarafsız gibi görülen CNN, NBC gibi kanallar nedeniyle, ABD’nin önemli bölümü bu grupları potansiyel suçlu olarak görüyor. Polisin bu gruplardan her hangi birinin içindeki bir insana uyguladığı şiddet gündeme geldiğinde, bu kanallar hem söz konusu grubun tamamına, hem de polis şiddetine maruz kalan bireye karşı karalama kampanyası başlatıyor.

Örneğin Trayvon Martin benzeri bir vakada, siyahların suç oranlarını gündeme getiriyorlar. Aynı zamanda çocuğun geçmişinde bulunan her hangi bir olay, örneğin 16 yaşında bir çocuğun okulda yaşayabileceği sıradan bir kavga, çocuğu karalamak için kullanılıyor.

Sonuç olarak ben de ABD’de polisle karşılaştığım durumlarda, polisin beni tarttığını hissediyorum. Deri rengim çok beyaz değil, belki bir Latin Amerikalı olabilecek kadar koyu, ancak polisin benim kesin olarak Avrupalı olmadığıma karar vermesini sağlayacak kadar koyu değil. Beni en ciddi olarak kurtaran genellikle aksanım oluyor. Aksanım çok mükemmel değil, ama ortalama orta sınıfa mensup bir ABDli kadar iyi konuşuyorum sanırım İngilizce’yi. Elbette polis bir şekilde benim pasaportuma baktığında, bana uygulayacağı şiddetin hesabını kolay kolay soramayacağımı düşünebilir. Ancak polisle karşılaştığım vakaların hiçbirinde polisin pasaportuma bakmasına gerek olmadı.

Sonuç olarak benim edindiğim izlenim şu ABD’de güvenlik güçleri mensupları ülkenin kendi vatandaşlarına uyguladığı şiddetin hesabını vermiyor. Hatta bunun ötesinde, sağcı medya ile kimi ABD güvenlik teşkilatları adeta bu şiddetin adeta hiçbir somut gerekçe olmadan uygulamaya hakları olduğunu düşünüyor. Sonuç olarak gerçek Amerikalı sayılan, Avrupa kökenli, orta sınıf insanların güvenliği için, bazen siyah, ya da yoksul ABDlilerin ve elbette Avrupa ülkesi vatandaşı olmayan yabancıların öldürülmesi gerekiyor onlara göre. Elbette kimi zaman yanlışlıklar oluyor, ancak eğer gerçek Amerikalı sayılan insanlar, güvenlik görevlilerinin işlerini yapmalarını istiyorlarsa, sağcı medyaya göre bu tür yanlışlıkları hoş görmeli, ve güvenlik güçlerinin üzerine gitmemeli. Tıpkı yine aynı gerçek Amerikalıların, Irak’ta yapılan yanlışlıklardan dolayı, askerlerinin üzerine gitmemesi gerektiği gibi, yine aynı sağcı medyaya göre.

Tüm bunlardan yola çıkarak şunu söyleyebilirim. ABD güvenlik güçleri, ki bunlara, polis, asker ve gönüllüler dahil, ABD vatandaşlarının bile tamamına güvenlik hissi vermiyor, aksine ABDdeki insanların bir bölümü polis gördüğünde korkuyor ve bu duyguyu yaşayan insanların büyük bölümü kendi halinde zararsız insanlar. Özellikle ABDdeki sağ, ABD güvenlik güçlerinin, güvenliği sağlama adına, hiçbir suç işlememiş insanlara karşı şiddet kullanmayı meşru olduğunu savunuyor, ve ne yazık ki ABD’de polislerin önemli bölümü de bu mantığı benimsemiş durumda. Yani güvenliği yaratması gereken kurumlar, güvensizlik yaratıyorlar. Bugün ABD’de Avrupa kökenli orta sınıf bu bakış açısından, yani güvenliği sağlama adına yaratılan güvensizliği hissetmiyor. Ancak bu bakış açısı, bu mantık bir kere toplumda yer ettiği zaman, güvenlik güçlerinin Avrupa kökenli Orta Sınıfa da güvenliği sağlamak adına, güvensizlik duygusu hissettirmeyeceğinin hiçbir garantisi yok.

Herşeyden önce, Dünya’daki bütün ülkelerin iç meselelerini kendi meselesi gibi gören, bu ülkelere müdahale eden, ama kendi içi meselelerine kimsenin karışmasına izin vermeyen ABD’ye bence, şunu söylemek lazım, bugünün Dünyasında hiçbir ülkenin iç meselesi sadece kendi meselesi değildir. ABDnin iç meselesi de artık hepimizin tüm Dünya’nın meselesidir. Biz Dünya vatandaşları olarak farklı ülkelerde yaşanan tüm sorunları beraberce çözeceğiz. Buna ABD’deki kardeşlerimizin yaşadıkları haksızlıklar da dahildir.

Amerikan halkı bu bir gün kurulacağına inandığım yeni Dünya’nın zaten parçasıdır. Ancak ABD federal devleti, ve eyaletleri eğer bu Dünya’nın parçası olmak istiyorlarsa, öncelikle geçmişte ve günümüzde yaptıklarının hesabını vermeli, verebilmelidir. Kimilerinin güvenliğini sağlamak adına, Dünya’daki insanların büyük bölümüne hatta kendi vatandaşlarının giderek artan önemli bir kesimine güvensizlik hissi yaşatan bir kurum, ve böyle kurumları içeren bir devlet bu yeni Dünya’nın bir parçası olamaz.

Thursday, November 20, 2014

Allah’a İnanırsam Ne Kaybederim? – Paskal Kumarı (Neden Müslüman Değilim – 6. Yazı)


Neredeyse lise yıllarıma kadar uzanan bir dönemde, beni ya da başka insanları Müslüman kalmaya ikna etmek için öne sürülen görüşlerden biri şuydu. Allah’ın var olduğundan tam olarak emin olamasak bile Allah’a inanmak ve Müslüman olmak daha mantıklıydı. Çünkü Allah’a inanan ve Müslüman olan bir insan, Allah yoksa bile bir şey kaybetmeyecekti. Oysa Allah’a inanmayan bir insan, eğer Allah varsa cehenneme gidecekti, dolayısı ile bundan çok zararlı çıkacaktı. Bu görüş, beni şaşırtacak kadar çok yerde dile getirildi. Bu görüşü bu kadar çok insanın dile getirmesi beni şaşırttı ve şaşırtmaya devam ediyor. Sonuç olarak bu her hangi bir dine inanmak için öne sürülebilecek muhtemelen en zayıf gerekçe. Bu gerekçe ile bir dine inanan bir insan, İslam’ın doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, içinde Tanrı’nın ya da Allah’ın yokluğuna dair bile bir şüphe duyuyor demektir. Böyle düşünen bir insanın inanmasının tek nedeni yanılıyor olsa bile, Tanrı ya da Allah yoksa bile bundan zarar görmeyeceğini düşünmesidir. Kısacası inanç ve din bu tarz düşünen bir insan için, doğru olduğu düşünülen bir değerler bütünü değildir, içindeki duyduğu sesi hissederek, doğru olduğuna inanılarak izlenen bir yol değildir, böyle düşünen insanlar için inanç ve din farklı ihtimallerin olduğu bir durumda, olası en karlı hamle hesaplanarak yapılmış bir tür yatırımdır.

Bu yazıda, defalarca önüme gelen bu mantığı ayrıntılı bir şekilde ele almaya çalışacağım. Öncelikle söz konusu mantığın sadece Müslümanlarla sınırlı olmadığını, Batı’da Hiristiyanlar tarafından da aynı mantığın dile getirildiğini belirtmek lazım. ABD’de bu mantık Paskal Kumarı olarak da biliniyor. İsmini 17. Yüzyıl’da yaşamış Blaise Paskal isminde bir filozoftan alıyor. Paskal Kumarı ilk paragrafta dile getirdiğim argumanın daha sistematik bir şekilde dile getirilmiş hali. Elbette İslam’ın yerini Hirisitiyanlık almış durumda. Paskal iki ihtimalden bahsediyor. Birinci ihtimal Tanrı’nın varlığı, ikincisi Tanrı’nın yokluğu. Her insan için de iki seçenek söz konusu ya Tanrı’nın varlığına inanacak ya yokluğuna. Paskal’a göre Tanrı eğer varsa, Tanrı’ya inananlar sonsuza kadar sürecek mutlu bir hayata kavuşuyorlar, Tanrı’ya inanmayanlar ise, sonsuza kadar sürecek bir azap ya da lanetlenme ile karşılaşıyorlar. Eğer Tanrı yoksa ise, Tanrı’ya inanmayanların bu inançsızlık sayesinde hayatlarına daha mutlu bir şekilde devam edebileceklerini varsaysak bile, bu mutluluk sadece ölünceye kadar devam ediyor. Benzer şekilde Tanrı’ya inanan bir insan, bu inançtan dolayı bu hayatı daha basit yaşıyorsa, ve olabileceği kadar mutlu olamıyorsa bile inancının ona kaybettirdikleri, eğer Tanrı varsa kazanacakları ile kıyaslanamayacak kadar küçük. Özetle, Paskal’a göre Tanrı yoksa, Tanrı’ya inanmanın kaybettirecekleri Tanrı varsa, Tanrı’ya inanmamanın kaybettirecekleri ile kıyaslandığında ihmal edilecek kadar küçük. Dolayısı ile Tanrı’nın varlığından veya yokluğundan emin olmayan bir insan için, doğru ve mantıklı olan yol Tanrı’ya inanmak.

Elbette ikinci paragrafın son cümlesi en baştan sorunlu bir cümle. Sonuç olarak Tanrı’nın varlığından veya yokluğundan emin olmayan bir insanın Tanrı’nın varlığına samimi olarak inanması mümkün değil. Sonuçta inanç, inanmanın karı ya da zararı yapılarak yapılan bir şey değil. En temel anlamda inanç insanın tam olarak kendi kontrolünde bile olmayan, zihninin derinlerinde beliren bir his. Bir insan Tanrı’nın var olma veya yok olma ihtimalini hesaplayarak hareket ediyorsa, zaten Tanrı’nın varlığına net bir şekilde inanmıyor demektir.

Ancak bir an için bu tutarsızlığı bir yana bırakalım ve Paskal Kumarı’nın mantığı ile düşünelim. Paskal Kumarı’nın daha ilk adımda göze çarpan bir sorunlu yanı, aslında en azından Hiristiyanlık ve Müslümanlık söz konusu olduğunda, sonsuz mutluluk ile sonuçlanacak hayat için Tanrı’nın var olduğuna inanmanın yeterli olmamasıdır. Farklı Hiristiyan ve Müslüman mezhepleri söz konusu sonsuz mutluluklar sonuçlanacak hayat için farklı yollar önerirler. Çoğu Müslüman ve Hiristiyan mezhebi için, sonsuz mutlu hayatı elde etmek için söz konusu mezhebin tanımladığı kurallara göre yaşamak gerekir. Kimi mezheplere ve mezheplerin içindeki alt gruplara göre sonsuz hayatı elde etmek için bir takım genel prensiplere uymak yeterlidir. Diğerlerine göre, kurallar hayatın çok küçük sayılabilecek ayrıntılarını bile düzenleyecek kadar detaylıdır. Örneğin, bazılarımız kimi Müslüman din adamlarının tuvalet ihtiyacının nasıl giderilmesi gerektiğine ilişkin var olduğu iddia edilen dini kuralları duymuştur, okumuştur.

İslam ve Hiristiyan dininin mezheplerinden önemli bölümü, kendi yollarını seçmeyen, farklı mezheplere veya dinlere inananların cehenneme gideceğini savunurlar. Gerçek eğer bu mezheplere mensup insanların savunduğu gibiysi, Tanrı’ya inanmak sonsuz mutlu bir hayatı yaşamak için yeterli değildir. Bunun için Tanrı’ya inanmanın yanında doğru dini ve mezhebi seçmek gerekir.

Bir an için, Müslümanlık ve Hiristiyanlık dininin sonsuz sayıda mezhebinin olduğunu varsayalım. Her bir mezhep de kendilerinin seçtiği yoldan gitmeyenlerin cehenneme gideceğini savunuyor olsun. Bu durumda bir insanın ya bu mezheplerden birini seçecek, ya da Tanrı’nın olmadığına inanıp, kendi doğrularının gerektirdiği gibi yaşayacaktır. İlginç olan eğer mezhep sayısı gerçekten sonsuzsa, bu durumda son seçenek en mantıklı ya da en azından diğerleri kadar mantıklı bir seçenek haline gelecektir. Çünkü sonsuz sayıda mezhep varsa, ve her birinin doğru olma ihtimali eşitse, o zaman onlardan birini seçen bir insanın cennete gitme ihtimali ihmal edilebilir derecede düşüktür. Bu mezheplerden her hangi birini seçip, kendi doğruları yerine, bu mezhebin ona dikte ettiği doğrulara göre yaşayan bir insan bu hayatta olabileceği kadar mutlu olmayacaktır. Dolayısı ile kendi doğruları ile ters bir mezhebi seçen bir insan, ihmal edilebilir derecede düşük bir cennete gitme ihtimali karşısında, bu hayatta daha az mutlu olmayı kabul etmiş demektir. Ancak Tanrı’nın varlığına inanmayan insan en azından bu Dünya’daki hayatında yaşıyabildiği kadar mutlu yaşamıştır. Elbette eğer Tanrı varsa cehenneme gitme ihtimali vardır, ancak bu ihtimal mezheplerden birini seçmesi durumunda da varolan bir ihtimaldir. Bu durumun tek bir istisnası vardır, o da bir insanın kendi doğruları ile mezheplerden birinin ona dikte ettiği doğruların örtüşmesidir. Bir insan böyle bir mezheple karşılaşırsa, hem o mezhebe inanan bir insanın gerektirdiği gibi yaşar, hem de bu Dünya’dda olabileceği kadar mutlu olur, çünkü sonuçta mezhebe inanan bir insanın yaşaması gerektirdiği yaşam ile, onu bu Dünya’da mutlu edecek yaşam arasında bir fark yoktur.

Elbette mezhep sayısı azaldıkça, cennete girme ihtimali artar, bu durumda, bir insanın mezheplerden kendisine bu Dünya’da en uygun yaşamı yaşatacak olanı seçmesi, Tanrı’ya inanmamayı seçmesinden daha mantıklı ve karlı bir seçim haline gelir, en azından Paskal Kumarı’ndaki olasılıkları düşündüğümüzde.

Ancak burada Paskal Kumarı’nın ilk başta gözle görülmeyen ikinci bir sonucu ortaya çıkar. Bu sorunu anlamak için bir an için her mezhebin ayrı bir din olduğunu. Ve her dinin ayrı bir peygamberi olduğunu varsayalım. Eğer bir an için farklı dinleri ortaya atan peygamberlerden birinin doğruyu söylediğini, diğerlerinin yalancı olduğunu varsayarsak, yalancı bir peygamberin kendi dinini yayması için en uygun yol, o dinin cehennemini olabildiğince korkunç, cennetini olabildiğince güzel tasvir etmektir. Yaydığı dine inanmayanların da cehennemden kurtulup cennete gidebileceğini savunan, hatta bu dine inanmayanların cehennemde sınırlı bir süre kalacağını savunan bir peygamberin dini, Paskal Kumarı ile hareket eden birisi tarafından tercih edilmeyecektir. Sonuç olarak, böyle bir peygamberin dinine inanmadan da cennete gitme yolu vardır. Dolayısı ile insanlar inanmadıkları zaman karşılaşmaları muhtemel cezanın daha büyük olduğu dine inanmayı tercih edecektir. Bu nedenle dinini yaymak isteyen bir peygamberin, o dine inanmayan herkesin sonsuza kadar cehennem azabı ile cezalandıracağını savunmalıdır.

Elbette mezheplerin peygamberleri yoktur. Mezhepler peygamberler tarafından getirilen dinlerin farklı şekilde yorumlanması ile oluşur. Ancak farklı mezheplerin başındaki dini liderler için yukarıda bahsettiğim durum geçerlidir. Bir an için bu mezheplerin bazılarının başında kötü niyetli, ve insanların o mezheplere olan inançlarını kendi bireysel amaçları için kullanmak isteyen insanlar olduğunu varsayalım. Bu insanlar o mezhepleri kendi çıkarlarına uygun şekilde yorumlayabilir, ve sonrasında o mezhebe inananları sonsuz cehennem azabı ile korkutarak, istedikleri gibi yönlendirebilir. Örneğin, paralarını belli bir bankaya yatırmazlarsa, belli bir partiye oy vermezlerse sonsuz cehennem azabı ile karşılaşacağını söyleyebilirler. Paskal Kumarı mantığı ile hareket eden bir insan için, sonsuz cehennem azabı ihtimali, bu Dünya’da yaşanabilecek her türlü acıdan daha korkutucu bir ihtimal olacaktır. Dolayısı ile Paskal Kumarı mantığı ile inanılan dinler ve mezheplerde kötü niyetli din adamlarının, o dine inananları istedikleri gibi yönlendirmeleri ihtimal dahilindedir, özellikle insanlar dinlerini ve mezheplerini, doğrudan o dinin peygamberi tarafından oluşturulmuş kaynaklardan değil de o din adamlarından öğreniyorlarsa.

 Burada benim açımdan önemli nokta şu. Tarihe bakıyorum ve din adına yapılmış birçok kötülük görüyorum. Maraş Katliamı ve Sivas Katliamı bunların örneği. Bir başka örnek Lübnan’da Hiristiyanların gerçekleştirdiği katliamlar. İşin en vahimi, bu katliamları yapanlar bunu inandıkları din adına yaptıklarını savunuyorlar. Bu katliamlar elbette en uç, en aşırı olan örnekler. Hiristiyanlık’ın veya Müslümanlık’ın gerçek anlamda böyle katliamları desteklemediğini savunmak mümkün. Ancak reddedemeyeceğimiz bir şey var, o da kimi Hiristiyanlık ve İslam yorumları, din adına böyle katliamların yapılabileceğini savunuyor. Ve bazı Hiristiyan ve Müslümanlar bu katiamların cennete girmeyi engellemediğini hatta cennetin yolu olduğunu düşünüyor. Sonuç olarak cennetin de cehennemin de nasıl yerler olduğunu ancak dini kaynaklardaki tasvirlerden öğreniyoruz. İslami kaynaklardaki cennet ve cehennem hakkındaki düşüncelerimi dördüncü yazımda belirtmiştim. Ancak bir an için hayal edebileceğim en korkunç cehennem ile, o güzel cenneti hayal ediyorum. Ve bu durumda bile eğer her hangi bir din, benim yanlış bulduğum, benim değerlerime ters, eğer uygularsam beni mutsuz edecek birçok kural içeriyorsa, o dine inanınca benim sonsuza kadar bu hayal edebildiğim en güzel cennette yaşama ihtimalim varsa, inanmadığımda ise benim hayal edebildiğim en korkunç cehennemde sonsuza kadar azab görme lanetlenme ihtimalim varsa, yine de o dinin gerektirdiği gibi yaşamadan önce düşünürüm.

Eğer o dinin benimle çelişen yanları sadece benim bireysel yaşamımla ilgili konular ise, örneğin şu yemeği yemememi, bu kıyafeti giymememi istiyorsa o din, söz konusu yemek çok sevdiğim bir yemek olsa, söz konusu kıyafet bana çok yakışan ve giymekten keyif aldığım bir kıyafet de olsa, o yemekten veya kıyafetten vazgeçebilirim. Kısacası kendi yaşamımın sadece beni ilgilendiren yanları ile bir yere kadar fedakarlık yapabilirim, inandığım bir din için. Ancak eğer söz konusu din, örneğin açlıktan ölmek üzere olduğu için hırsızlık yapan bir insanın elini kesmemi emrediyorsa ve eğer ben bunu yapmak benim değerlerime aykırı ise ben o dini reddederim. O dinin inananlarına vaadettiği cennete, veya inanmayanları içine atacağını söylediği cehenneme zihnimin bir parçası ile inanmaya devam etsem bile reddederim. Çünkü en azından bugün sahip olduğum, eğer varsa Allah’ın verdiği akıl ve değer yargıları ile ben bana etrafımdaki insanlara, benim haksızlık olduğunu düşündüğüm şekilde davranmamı emreden bir dinin dediklerini yaparak gireceğim bir cennette mutlu olamam. Kendi değerlerime göre yaşamayı ve eğer bir Tanrı varsa, ve o Tanrı beni yargılayacaksa, Öbür Dünya’da kendi inandığım gibi yaşadığım bir hayatın hesabını vermeyi, ve o hayatın içinde yanlışlar yaptıysam o yanlışların bedelini ödemeyi, inanmadığım gibi yaşayıp cennete gitmeye tercih ederim.

Monday, November 17, 2014

Allah’ın Varlığı İspatlanabilir mi? (Neden Müslüman Değilim – Beşinci Yazı)


İçinde yaşadığımız Evren, Dünya, hatta kendi bedenimiz bize mucize gibi gelebilecek birçok özelliğe sahiptir. Yıldızların yaydığı ısı ve ışık, gezegenlerin güneşin etrafında dönmesi, iç organlarımızın çalışması, vucudumuzdaki hücrelerin yapısı, etrafımızdaki her nesnenin yapıtaşı olan atomların yapısı aklıma gelen örneklerden birkaçı. Bu örneklerden sadece bir tanesini bile internette zaman ayırarak araştıran bir insan, araştırdığı konu ile ilgili hayret verici bilgilere ulaşabilir. Ve kimi insanlara göre, Evren’in, Dünya’nın ve kendi bedenimizin sahip olduğu bu hayret verici özellikler Tanrı’nın ya da Allah’ın var olduğunun ispatıdır. Bu insanlara göre, bu derece sıradışı, akıl almaz özelliğe sahip olan bir Evren’in, Dünya’nın ve insan bedeninin kendiliğinden oluşmuş olması mümkün değildir. Dolayısı ile Evren’i, Dünya’yı ve insanı başka bir varlık yaratmış olmalıdır. Onlara göre bu varlık da Tanrı’dır ya da Allah’tır.

Yukarıda özetle bahsettiğim iddiayı şaşılacak kadar çok sayıda internet sitesinde, kitapta görmek mümkündür. Gerek Hiristiyanlık’ı gerekse Müslümanlık’ı yaymak amacı ile basılan broşürlerin, kitapların, kitapçıkların, internet sitelerinin önemli bir bölümü, bazen yarasından fazlası yukarıda kısaca bahsettiğim açıklamaya ayrılır. Ve söz konusu yayınların bazılarında yukarıdaki açıklamanın, Tanrı’nın ya da Allah’ın varlığını bilimsel bir ispatı olduğu, ve bu açıklamanın hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtladığı savunulur. Peki bu iddia doğru mu? Yukarıdaki paragrafta yazdıklarım Tanrı’nın var olduğunu gerçekten ispatlıyor mu?

Bu sorunun cevabını vermeden önce, şunu belirtmekte fayda var. Bu yazının ilk paragrafında yazdıklarım Tanrı’nın gerçekten de var olduğunu ispatlıyor olsa bile, bu ne İncil’in ne de Kuran’ın o Tanrı tarafından gönderildiğini kanıtlamaz. Hem bir Tanrı’nın var olduğuna inanmak hem de Hiristiyanlık’ın ve İslam’ın insanlar tarafından oluşturulmuş dinler olmadığına inanmak mümkündür. Aslında bugün dinsiz olarak tanımlayabileceğimiz insanların bir bölümü tam olarak da buna inanmaktadır. Söz konusu insanlara kendilerini Deist olarak adlandırırlar ve bir Tanrı’nın var olduğuna, ancak Dünya’daki hiçbir dinin o Tanrı tarafından gönderilmiş bir din olmadığına inanırlar. Yani Hiristiyanlar ya da Müslümanlar, bir Tanrı’nın var olduğunu ispatladıklarında, kendi dinlerinin de o Tanrı’nın öğretisi olduğunu ispatlamış olmazlar. Ancak tuhaf bir şekilde, kendi dinlerini yaymak isteyen birçok Hiristiyan ve Müslüman’a göre, bir Tanrı’nın var olduğunu ispat etmek, kendi dinlerine inanma yolunda bir insanın atacağı en önemli adımdır.

Şimdi ilk paragrafta yazılan açıklamanın bir Tanrı’nın var olduğunu bilimsel olarak kanıtlayıp kanıtlamadığını düşünelim. Orta okul yıllarından beri farklı bilimler, söz konusu bilimlerin kullandığı yöntemler ve bilim tarihi hakkında elimden geldiğince bilgi edinmeye çalışan bir insan olarak bu soruya benim vereceğim cevap hayır. Etrafımızdaki Dünya’ya bakmak, o Dünya’nın bize mucizevi gelen özellikleri olduğunu görmek ve buradan bir Tanrı’nın ya da Allah’ın o Dünya’yı yarattığı sonucunu çıkarmak, bilimsel bir ispat değildir. Sadece etrafımızdaki Dünya’nın özelliklerinden yola çıkarak Allah’ın Dünya’yı yarattığını bilimsel olarak ispat etmek mümkün değildir. Öncelikle bilimsel ispat sadece mantığı kullanarak olmaz. Fizik, Kimya, Astronomi gibi bilimler, Evren’in ve Dünya’nın ilk başta insana son derece mantıksız gibi gelen birçok özelliğinin olduğunu ispatlamışlardır. Yani her hangi bir şeyin, bize mantıklı gibi gelmesi, onun bilimsel olarak doğru olduğunun, mantıksız gelmesi ise bilimsel olarak yanlış olduğunun ispatı değildir.

Örneğin yerçekimi teorisini bilimsel olarak ispat etmek için, öncelikle yerçekiminin ne olduğunu tanımlamamız gerekir. Bu tanım şu şekilde yapılır. Evren’de bir kütlesi olan her bir nesne birbirini çekmektedir. Yani evinizde otururken karşınızda duran duvar, ya da yanınızda oturan arkadaşınız, ya da evin karşısında duran bina sizi kendine doğru çekmektedir. Her hangi iki nesnenin birbirini çekme gücü o iki nesnenin kütlelerin ağırlıkları arttıkça artar, nesneler arasındaki uzaklık arttıkça ise azalır. Yukarıdaki tanım yerçekimi kuvvetinin ne olduğu hakkında yapılan net bir tanımdır. Bu tanım yaptıktan sonra, her hangi iki nesnenin gerçekten birbirilerini bu tanım doğru ise yapmaları gerektiği gibi çekip çekmediklerini test etmek mümkündür.

Allah’ın Dünya’yı yarattığını bilimsel olarak ispatlamak için de, öncelikle Allah’ın Dünya’yı nasıl yarattığını net bir şekilde tanımlamak gerekmektedir. Evren’in veya Dünya’nın nasıl oluştuğuna ilişkin teoriler vardır ve bu teoriler, Evren’in ve Dünya’nın nasıl oluştuğunu tanımlarlar. Ancak bu teoriler en azından benim bildiğim kadarı ile bu oluşuma aklı ve iradesi olan bir varlığın müdahalesi hakkında hiçbir bilgi vermez.  Yani Allah Evren’in veya Dünya’nın oluşumunda bir rol oynadıysa, elimizde bulunan bilimsel teorilerin hiçbiri bu rolün ne olduğunu tanımlamamaktadır. Örneğin Big Bang Teorisi, Evren’in büyük bir patlama sonucunda oluştuğunu savunmaktadır. Ve bu patlamanın gerçekten olup olmadığını test etmek mümkündür. Ancak eğer bu patlama Allah’ın müdahalesi sonucunda başladıysa, bunu bilimsel olarak ispatlamamız için Allah’ın bu patlamayı ne şekilde başlattığını da tanımlamamız gerekir. Allah ne yapmıştır da bu patlama başlamıştır? Bir düğmeye mi basmıştır? Bir kelime söylemiştir de patlama öyle mi başlamıştır? Allah’ın bu patlamanın olmasını sağlayan eylemi tam olarak nedir? Bu soruların cevabını vermeden, Allah’ın Evren’i yarattığını bilimsel olarak ispatlamak mümkün değildir. Ancak İslam dini, bizim bu soruların cevaplarını hiçbir zaman bilemeyeceğimizi, çünkü söz konusu cevapların insan aklı ile algılanmasının mümkün olmadığını savunur. Yani dolaylı olarak İslam dini, Allah’ın varlığı, Allah’ın Evren’i yarattığının bilimsel olarak ispatlanamayacağını da savunmuş olur.

Dolayısı ile, “Böylesine mucizevi özelliklere sahip bir Dünya’yı bir Tanrı yaratmış olmalıdır.” cümlesi Dünya’yı Tanrı’nın yarattığına dair bilimsel bir ispat değildir. Ancak şu soruyu kendimize sormamız yine de mümkündür. Tanrı’nın var olduğunu ispatlamak için ille de somut bilimsel kanıtlara, deneylere ihtiyacımız var mı? Sadece aklımızı ve mantığımızı kullanarak düşündüğümüzde bile Tanrı’nın var olduğu sonucuna ulaşmak mümkün değil mi?

Bu sorunun cevabının evet olduğunu düşünen birçok insan vardır. Ve bu insanlar Tanrı’nın var olduğu sonucuna kısaca şu adımları izleyerek varırlar. Öncelikle derler ki, bugün içinde bulduğumuz Evren’in varlığını açıklamanın dört yolu vardır. Öncelikle Evren hep var olmuş olabilir. Eğer bu ihtimal doğru ise zamanda ne kadar geriye gidersek gidelim, Evren’in var olmadığı bir ana ulaşamayız. Dolayısı ile Evren’in oluştuğu ya da yaratıldığı bir an yoktur, çünkü Evren’in var olmadığı bir an yoktur. İkinci ihtimal, Evren’in yoktan varolmuş olma ihtimalidir. Bu ihtimal gerçek ise, Evren oluşmadan önce uzay içinde hiçbir şey bulunmayan bir boşluktur, ve Evren bu boşluğun içinden çıkmıştır. Üçüncü ihtimal Evren’in varolmadan önce var olan başka bir varlık Evren’e dönüşmüş olma ihtimalidir. Dördüncü ihtimal Evren’in bir Tanrı tarafından yaratılmış olma ihtimalidir. Bu ihtimal gerçekse, Evren var olmadan önce var olmakta olan bir Tanrı vardır, ve Evren bu Tanrı tarafından yaratılmıştır. Bu ihtimaller üzerinden giderek Tanrı’nın var olduğunu kanıtlamak isteyen insanlar ilk üç ihtimalin akıl dışı ve mantıksız olduğunu gösterdiklerinde, geriye kalan tek ihtimalin yani Evren’i Tanrı’nın yaratmış olma ihtimalinin doğru olduğun kanıtladıklarını savunurlar. Bu dört ihtimalden en akıl dışı görünen muhtemelen ikinci ihtimaldir. Dünya üzerinde ya da uzayda yoktan varolan bildiğimiz hiçbir madde yoktur. Örneğin sıvı haldeki su donup katılaştığında buza dönüşür. Su monekülü ise oksijen ve hidrojen atomlarının bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Oksijen atomları yıldızlar bulunan hidrojen atomlarının çekirdeklerinin birleşmesi sayesinde oluşmuştur. Hidrojen atomları, Evreni oluşturan Büyük patlama sonrası elektron ve protonların birleşmesi ile oluşmuştur. Nasıl oluştuğunu bildiğimiz hiçbir varlık varlık yoktan var olmamıştır, ve dolayısı ile her hangi bir varlığın yoktan var olma ihtimali, insana mantıksız gelecek bir ihtimaldir. Birinci ihtimal, yani Evren’in hep var olmuş olması, bizi Evren’in nasıl oluştuğunu açıklama derdinden kurtarır. Ancak bu ihtimal doğru ise bu Evren her zaman var olmuş bir varlık olduğu anlamına gelir. Böyle bir varlığın, yani her zaman var olmuş varlığın varolma ihtimali de çoğu insana mantıksız gelen bir ihtimaldir. Üçüncü ihtimal doğru ise, Evren varolmadan önce varolan, başka bir varlık kendiliğinden Evren’e dönüşmüştür. Bu ihtimal gerçek ise, o zaman söz konusu varlığın da, ya yoktan var olmuş olması, ya hep var olmuş olması, ya başka bir varlığın bu varlığa kendiliğinden dönüşmüş olması, ya da Evren’den önce var olan bu varlığın Tanrı tarafından yaratılmış olması gerekir. Yani üçüncü ihtimal doğru ise bile, bu bizi yine Evren’den önceki varlığın nasıl oluştuğu sorusu ile başbaşa bırakır. Sonuç olarak yeterince geriye gittiğimizde, birinci, ikinci veya dördüncü ihtimalden birisi geçerli olmak zorundadır. Yani Evren ya da Evren’den önce var olan başka bir şey ya hep var olmuş olmalı, ya yoktan oluşmuş olmalı, ya da bir Tanrı tarafından yaratılmış olmalı. Bu dört ihtimalden yola çıkarak Tanrı’nın varlığını kanıtlamak isteyen insanlara göre ilk iki ihtimal mantıksız olduğu için, geriye sadece bir ihtimal kalmaktadır, o da Evren’in ya da Evren’den önce var olan başka bir varlığın bir Tanrı tarafından yaratılmış olma ihtimalidir. Dolayısı ile bu insanlar ilk iki ihtimalin mantıksızlığının, elimizde kalan son ihtimalin yani Evren’in Tanrı tarafından yaratıldığını ispatladığını savunurlar.

Ancak aslında Evren’in Tanrı ya da Allah tarafından yaratıldığını savunduğumuzda, tıpkı üçüncü ihtimalde olduğu gibi, aslında kendimize sormamız gereken yeni bir soru yaratmış oluruz. Evren’den önce bir Tanrı varsa ve Evren’i o Tanrı yaratmışsa, o zaman o Tanrı nasıl var olmuştur? Bu soruya verecek yine dört cevabımız vardır. Evren’i yaratan Tanrı ya hep var olagelmiştir, ya yoktan var olmuştur, ya o Tanrı’dan önce var olan varlık kendiliğinden söz konusu Tanrı’ya dönüşmüştür, ya da o Tanrı’dan önce var olan bir Tanrı o Tanrı’yı yaratmıştır.

Sonuç olarak, bir Tanrı’nın Evren’i yarattığını savunarak, kimi insanlara mantıksız gibi görünen iki ihtimalden, yani Evren’in hep var olagelmiş olma ihtimali ile yoktan varolmuş olma ihtimalinden kaçmak mümkün değildir. Evren’in kendisi değilse bile, onu yaratan Tanrı, ya da o Tanrı’yı yaratan Tanrı, ya da o Tanrı’yı yaratan Tanrı’yı yaratan Tanrı, yani yeteri kadar geriye gittiğimizde bir varlık ya yoktan var olmuş olmalı, ya da kendisinden sonraki Tanrı’yı ya da Evren’i yaratmadan önce hep varolagelmiş olmalıdır. Eğer her hangi bir varlık hep varolageldiyse, ya da yoktan varolduysa, bu varlık ille de Evren’i yaratan Tanrı olmak zorunda değildir, bu varlık Evren’in kendisi de olabilir.

Kısacası sadece aklımızı ve mantığımızı kullanarak da bir Tanrı’nın var olması gerektiği sonucuna ulaşmak mümkün değildir. Elbette tersini, yani bir Tanrı’nın var olmasının mümkün olmadığı sonucuna da ulaşmak mümkün değildir. Dolayısı ile, bir Tanrı’nın ya da Allah’ın varlığı veya yokluğu ne somut kanıtlarla yani bilimsel olarak, ne de sadece aklımızı ve mantığımızı kullanarak ispatlanamaz. Aslında bunu Ortaçağ’da yaşamış Müslüman ve Hiristiyan din adamlarının ve filozofların da bir bölümü dile getirmiştir. Söz konusu din adamları ve filozoflar, Tanrı’nın veya Allah’ın ne gözlerimiz, kulaklarımız, yani duyu organlarımız tarafından ne de aklımız tarafından algılanamayan bir varlık olduğunu, Tanrı’yı ya da Allah’ı algılamak için, duyularızın ve aklımızın ötesine geçmek gerektiğini dile getirmişlerdi. Bu din adamları ve filozoflara göre Tanrı’nın ya da Allah’ın var olduğunu anlamak görerek, duyarak ya da düşünerek değil, ancak hissederek mümkündür.

Ben de bu şekilde düşünüyorum. Eğer Allah varsa, ve İslam dininin bahsettiği gibi bir varlıksa, onun var olduğunu anlamanın tek yolu Allah’ın var olduğunu hissetmektir. Peki ben Allah’ın ya da her hangi bir Tanrı’nın var olduğunu kendi içimde hissedebiliyor muyum? Bu soruya ne evet ne de hayır diyemiyorum. Kimi zamanda zihnimin derinlerinde bir yerde bir Tanrı varmış gibi hissediyorum. Hatta o Tanrı ile konuşuyorum, bazen o Tanrı’ya dua ediyorum. Ancak kimi zaman da içimde her hangi bir Tanrı’nın varlığına dair hiçbir his olmuyor. Hatta tam tersine hiçbir Tanrı’nın var olmadığını hissediyorum. Kısacası eğer Allah’ın ya da başka bir Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu anlamak, Allah’ın veya başka bir Tanrı’nın varlığını hissederek mümkünse, ben ne o Tanrı’nın varlığını kesin olarak hissedebiliyorum ne de yokluğunu. O nedenle ne bir Tanrı’nın varlığına ne de yokluğuna kesin olarak inanamıyorum. O nedenle de bir Ateist, Deist, Müslüman ya da Hirisityan değilim. Yakın zamana kadar tam olarak ne olduğumu tanımlayamıyordum. Sonra tam da benim durumumda olanları tanımlayan bir sözcük olduğunu öğrendim. Bir Tanrı’nın ne varlığına ne de yokluğuna inanmayan insanların kendi inançlarını tanımlamak için kullandığı bir sözcük. Agnostik. Ben agnostiğim. Ancak agnostik olmak aynı zamanda, var olan dinlerin hiçbirine inanmamak demek, dolayısı ile agnostik olmak aynı zamanda da dinsiz olmak demek. Dolayısı ile bir agnostik olarak ben de aynı zamanda dinsizim. 

Ancak üçüncü ve dördüncü yazılarımın sonlarında belirttiğim şeyi tekrarlamam gerekirse, bir Tanrı varsa, bile onun yeryüzüne ne Kuran’da tasvir edildiği gibi bir düzen getirmek istediğine inanmıyorum. Ve yine eğer varsa bir Tanrı’nın insanlara İslami kaynakları okuduktan sonra kafamda canlanan cennetle ödüllendirip, kendisine inanmayanları kafamda canlanan cehennem ile cezalandıracağına inanmıyorum. Dolayısı ile bir Tanrı varsa bile ben Kuran’ın o Tanrı tarafından gönderilen, kelimesi kelimesine o Tanrı’nın sözü olan bir kitap olduğuna inanmıyorum. Bunun öncelikli nedeni de, herşeyden önce içimde bir sesin eğer bir Tanrı varsa Kuran’ın o Tanrı tarafından gönderilen, o Tanrı’nın sözü olan bir kitap olmadığını hissetmem.  

Friday, November 14, 2014

Cennet ve Cehennemin Hissettirdikleri (Neden Müslüman Değilim 4. Yazı)


Türkiye’den ABD’ye yapacağım 24 saati bulan yolculuklardan biri idi. Sabah beş gibi yola çıkmak gerekeceği için hiç yatmamıştım. Gece bastıran uykuya rağmen ayakta kalmak için internetten bulduğum videoları izliyordum. İzlediğim videolardan birisi, cennet ve cehennem hakkındaydı. O gün duyduğum şu cümleler hala aklımda. Cennet öyle bir yerdir ki, onun nasıl bir yer olduğunu gören herkes oraya girmek için herşeyi yapacaktır, cehennem öyle bir yerdir ki, onun nasıl bir yer olduğunu gören herkes oradan kaçmak için elinden geleni yapacaktır.

İslam’ın ve Hiristiyanlık’ın ve birçok başka dinin en güçlü yanıdır cennet ve cehennem. Bir başka Dünya’da var olan, hayal gücüne bile sığmayan bir ödül ve ceza. İslam ve Hiristiyanlık’a göre hiçbir zaman sonu gelmeyen bir ödül ve ceza, Dünya’daki birçok insanı bunu vaad eden dine yöneltebilecek kadar cezbedici ve korkutucudur. Ancak İslam dinindeki cennet ve cehennem kavramları hakkında yazılanlar ve dinlediklerim benim inancımı güçlendirmek bir yana daha da zayıflattı.

Cennet ve cehennem ile ilgili doğrudan Kuran’da yazılanlara bakmadım.  Ancak Kuran’ı okumayı yıllarca ertelediğimden Kuran’da yazanları doğrudan okumadım. Bir defa okumaya başlayınca da bir önceki yazımda da yazdığım gibi, Kuran’ı benim için okumaya devam etmenin anlamsızlaştığı bir noktada bıraktım. Belki bir gün yeniden elime alır okurum bilmiyorum.

Cennet ile ilgili aklımda en güçlü şekilde yer etmiş tasfir, lise yıllarımdan kalma. Söz konusu tasfiri İstanbul’dan Altınoluk’a tek başıma yaptığım bir otobüs yolculuğu sırasında yanıma oturan 60 70 yaşındaki bir adamdan dinledim. Adam dakikalar boyunca, bana cenneti, daha doğrusu cennette bulunan kadınları, daha doğrusu kızları anlattı. Anlattıkları kızların bedenleri, yaşları ve cinsel özellikleri ile ilgiliydi. Burada adamın anlattıklarının ayrıntılarından bahsetmek istemiyorum. Ancak şunu söyleyebilirim. Belki beni Müslüman olmaya teşvik etmek istiyordu, ama bende yarattığı etki tam ters yönde olmuştu. Üstelik de o yıllar İslam dinine kendimi en yakın hissettiğim yıllar olduğu halde. Adamın anlattığı cennet kesinlikle benim gitmek, ve sonsuza kadar yaşamak isteyeceğim bir yer değildi.

Yıllar boyunca cennet hakkında duyduklarımın büyük bölümü o gece yanıma oturan adamı doğrular nitelikteydi. Değişik dinlerin cennet tasvirlerini merak ettiğimden elimden geldiğince bu konuda yazılanları okudum. Ve fikrim değişmedi, hala okuduğum ve dinlediğim kadarı ile cennet benim en azından içinde yaşadığım Dünya’ya tercih edeceğim bir yer değil. Eğer bana cennette yaşamak ya da bugün yaşadığım Dünya’da tüm acılarına, tüm olumsuzluklarına rağmen tekrar tekrar yeniden yaşama şansı verilse ikincisini seçerim.

Neden böyle düşünüyorum? Bunun için önce cennette bize vaad edilen somut ne var diye sormak lazım. Bu soruya hiçbir şey cevabı verilebilirdi. Cennet bizim bu Dünya’da asla anlayamayacağımız, algılayamayacağımız kadar güzel ve eşsiz bir yer olabilirdi ve Tanrı bize ancak eğer hak edip de oraya girerseniz, cennetin güzelliklerini algılabilirsiniz diyebilirdi. Ancak okuduğum ve dinlediğim kadarı ile, bize, vaad edilen somut bir şeyler var. Hatta cennetle ilgili anlatılanlar okuyunca kafamda bir cennet tasfirini şekillendirecek kadar güçlü. Aklımda canlandırdığım cennet öncelikle büyüleyici ırmaklar, göller, ormanlar ile kaplı. Burada bizler cennete girebilen insanlar, köşklerde yaşıyor. Emirlerine verilmiş, hizmetkarlar var. Ne kadar doğru ya da yanlış bilmiyorum ama bazı yerlerde bu hizmetkarların 7-8 yaşındaki çocuklar olduklarından bahsediliyor. Ayrıca tabii erkeklerin emrine verilen huriler var. Tüm bunları üst üste koyunca aklımda canlanan, Dünya üzerinde 7. Ya da 8. yüzyılda yaşamış güçlü bir kralın yaşamı. Emrinde yüzlerceköle ve cariye olan, ve etrafında cennet gibi bahçeler, ırmaklar, göller ve ormanlar bulunan bir sarayda yaşayan bir kralın yaşamı.

Ve de bu yaşam bana cazip gelmiyor. İlkokul ve lise yıllarında, bir apartman dairesi yerine kendime ait bir evde yaşamayı hayal etmiştim. Bu hayalimi yaşama fırsatı buldum, dört katlı aileme ait bir evde yıllarca yaşadım. Ve açıkçası mutlu olmadım. Ben yaşadığım yeri, başka insanlarla, hatta başka ailelerle paylaşmayı seviyorum. Elbette kendime ait bir odanın olması bazı anlarda ihtiyacını duyduğum bir şey. Ancak yaşadığım binanın tamamının sadece kendime ait olması beni mutlu etmeyen, rahatsız eden bir durum.

Her istediğimi yerine getiren insanların, hizmetkarların olması da hiçbir zaman aradığım bir şey olmadı. Etrafımdaki insanlardan üstün konumda olmak, onlara emir verebilecek bir insan olmak benim için en az etrafımdaki insanlardan aşağı konumda olmak, onlardan emir almak zorunda olmak kadar rahatsızlık verici bir şey. Bir dinsiz olarak bildiğim kadarı ile zaten cennete girmem mümkün değil. Ama eğer girebilseydim, ve cennette emrime hizmetkarlar verilseydi, her işimi onlara gördürmektense, onlarla aynı masada yemek yemeği, sofrayı beraber kurmayı, kaldırmayı, onlar benim işimi yapıyorsa, ben de onların işini o kadar yapmayı tercih ederdim, böyle bir cennet yaşamı beni çok daha mutlu ederdi.

Huriler konusuna gelince, belki o konuda çok ayrıntılı bir şekilde yazmamam daha doğru olacak. Sadece şunu yazayım, ben kim tarafından olursa olsun, söz konusu varlık Allah bile olsa, işi bana hizmet etmek olan bir kadın ile birlikte olamam. Bunu yapamam. Bir şekilde yaparsam da bu bana cenneti değil, cehennemi yaşatır ancak. Benim bir kadınla birlikte olmam için, o kadının beni sevdiğini, benimle birlikte olmak istediğini bilmem gerekir. Bilmiyorum belki böyle düşündüğüm için, 32 yaşındayım ve tek başımayım. Ama ben böyle bir insanım.

Dolayısı ile cennetin öne çıkan özelliklerinden hiçbiri beni cezbeden, heyecanlandıran özellikler değil. New York’ta ya da İstanbul’da küçük bir apartman dairesinde yaşamak, akşamları apartmanın yanı başında bir parkta, komşularımla bir araya gelmek, evde yaptığımız yiyeyecekleri getirmek paylaşmak, eski bir radyoda çalan şarkıları dinlemek beni cennetteki köşkte, emrime verilmiş hizmetkarlarla sürdürdüğüm bir yaşamdan çok daha mutlu eder.

Cehennem söz konusu olduğunda şunu itiraf edeyim. Evet cehennem beni korkutmayı başarıyor. Cehennemde Allah’a inanmayan, ya da günah işlemiş insanlara yapılanları okuyunca, evet oraya gitmek o insanlardan biri olmaktan korkuyorum. Ancak cehennem bende bambaşka bir duygu daha yaratıyor, ve bu duygu benim inancımı sarsıyor. Haksızlık duygusu.

Öncelikle, bu Dünya’da en çok nefret ettiğim, edebileceğim insanları hayal etmeye çalışıyorum. En kötü şeyleri yapmış olabilecek insanlar, bunları masum insanlara yapmış insanlar, hatta bunları benim tanıdıklarıma yapmış olabilecek insanlar. Ve bu insanlar, hiç bitmeyen, tekrar tekrar yeniden çektikleri bir azabı yaşıyorlar. Bir nokta gelir, yeter derim diye düşünüyorum. Sonsuz bir azap, hiç bitmeyen bir azap bence ne kadar ağır, ne kadar korkunç olursa olsun hiçbir suçun karşılığı olmamalı. Hiçbir suç bence böyle bir cezayı hak edecek kadar büyük değildir.

Üstelik cehennem Allah’a inanmayan insanların hepsinin, nasıl yaşamış olurlarsa olsunlar hepsinin gideceği bir yer. Okuduğum ve dinlediğim heryerde bu şekilde anlatıyor. Ve eğer böyle ise, eğer Allah kendisine inanmayan herkese cehennemde azap çektirecekse, içimde çok güçlü bir ses bu haksızlık diyor. Bu insanlara yapılan haksızlık. Bir Tanrı’nın sadece kendisine inanmıyor diye başka hiçbir suç işlememiş insanlara cehennemde azap çektirmesinin haksızlık olduğunu düşünüyor ve hissediyorum.

Eğer Allah varsa, eğer cehennem doğru ise, eğer oraya girersem, ne düşünürüm ne hissederim bilmiyorum. Anlatıldığı kadarı ile ölümün ardından, Allah’a inanmayan her bir insan pişman olacak, Allah’a kendini affetmesi için yalvaracak ama onlar için artık iş işten geçmiş olacak. Ancak bugün şu anda şunu düşünüyorum, eğer bu Dünya’da ya da öbür Dünya’da birilerine haksızlık ediliyorsa, benim yerim haksızlığa uğrayan o insanların yanı olmalı, onlara destek olmalıyım diye düşünüyorum. Elbette eğer varsa, ve İslam dininin anlattığı gibi ise, Allah’ın cehennemdeki diğer insanlara destek olmama, onların hissettiği azabı biraz olsun hafifletmeme izin vermeyeceğini bildiğim halde.

Kısacası şunu yazabilirim. Eğer Allah varsa, öbür Dünya varsa, ve Allah ve Öbür Dünya okuduğum dini kaynaklardaki gibiyse, ben cennetin köşklerinde yaşamaktansa, cehennemdeki insanların acılarını bir parça olsun dindirmeyi, onlara bir parça olsun destek tercih ederim. En azından bugün, hala bu Dünya’da hayatta olduğum bu anda bu şekilde düşünüyorum. Ve böyle düşünmek, eğer var olan bir Tanrı için bir suçsa bunun bedelini ödemeye hazırım.

Sonuç olarak İslami kaynakları okuduktan sonra kafamda canlanan cennet ve cehennem benim inancımı güçlendirmek bir yana daha da zayıflatıyor. Bu Dünya’da yaşayan herkesin gitmeyi arzulaması gereken cennet benim gitmek istediğim bir yer değil. Hatta kafamda canlandığı kadarı ile cennette bize vaadedilen yaşam benim inandığım değerlere ters bir yaşam. Bu Dünya’da bile cennettekine benzeyen bir yaşam beni mutlu etmez. Cehennem tıpkı yapması gerektiği gibi beni korkutuyor. Ancak korkudan daha güçlü bir duygu, haksızlık duygusu uyandırıyor. Eğer varsa bir Tanrı’nın böylesi bir cehennem yaratacağına, ve suçu ne olursa olsun insanlara, hele de tek günahı kendisine inanmamak olan insanlara orada hiç bitmeyecek bir azap çektireceğine inanmıyorum. Dolayısı ile eğer varsa bile Tanrı’nın kafamda canlanan tarzda bir cennet ve cehennem yaratabileceğine inanmıyorum.

Elbette cennet veya cehennem ile ilgili daha önce okuyup dinlediklerimi yanlış ve hatalı olabilir. Bunu ileri sürecek arkadaşların okumamı önerecekleri ayetleri okumaya hazırım.

Monday, October 27, 2014

Kuran'ın Getirdiği Düzen (Neden Müslüman Değilim 3. Yazı)


Kuran, İslam’ın öğretisinin gerçekten doğru olduğuna dair biraz olsun şüphe duyan bir insanın tüylerini diken diken edebilecek bir kitaptır. Sonuç olarak eğer İslam’ın öğretisi doğru ise bu kitapta yazanlar Allah’ın doğrudan dile getirdiği sözlerdir. Ancak bu kitabın sıra dışılığı bununla sınırlı değildir. Kuran aynı zamanda İslam inancına göre içinde yazan her cümlesi doğru olan bir kitaptır. Örneğin Marks’ın yazdığı Kapital’de kimi cümlelerin, paragrafların hatalı olduğunu savunmak ama yine de Marksist olmak mümkündür. Ancak bir Müslüman için Kuran’ın her satırı doğrudur, doğru olmalıdır.

Kuran’ın en büyük gücü bu mükemmellik iddasıdır. Ancak aynı zamanda bu mükemmellik iddası, onu okuyup, sadece tek bir ayetini bile yanlış bulan, ya da inandığı değerlere ters bulan birinin inancını sarsabilir. Bu durumda, söz konusu kişi inancını yeniden sağlamlaştırması için ya söz konusu ayetin anlamını yanlış anladığını keşfetmesi, ya da inandığı değerlerden vazgeçmesi gereklidir.

Müslüman olmadığımı kesin olarak anladıktan sonra, daha önce Müslüman olup şimdi kendini ateist, agnostik ya da teist olarak gören diğer insanların, inançlarının nasıl sarsıldığını elimden geldiğince öğrenmeye çalıştım. Genellikle Kuran’ı okuyan insanların inancını sarsan üç farklı neden olduğunu söyleyebilirim. İlki Kuran’da var olduğu söylenen çelişkiler, yani Kuran’ın birçok yerinde iki farklı ayetin farklı şeyler ifade ettiğini görmeleri. İkinci neden Kuran’ın içinde yaşadığımız Dünya’da, yani fani olan Dünya’da nasıl yaşamamız gerektiğini ifade eden ayetlerdi. Üçüncüsü ise cennet ve cehennemi, yani ölümden sonraki Dünya’yı anlatan ayetlerdi. İlk neden benim inancımı sarsan nedenlerden biri değildi. Kuran’ı okurken, çelişkili görünen iki ayetin, aslında benim anlamadığım, fark edemediğim bir nedenden dolayı tutarlı olabileceğini düşünüyordum. Ancak Kuran’ın bu Dünya’da nasıl yaşamamız gerektiğini anlatan bölümleri söz konusu olduğunda durum farklı. Sonuçta bu bölümler, Allah’ın hem genel olarak insanlığa, hem de tek tek her bir insana, yani bana da, aracısız olarak, doğrudan, nasıl yaşamız gerektiğini anlatıyor. Kuran’da bir ayeti okuduğumda, o ayet bana net bir şekilde belli bir şekilde yaşamamı söylüyorsa, eğer Müslümansam o ayetin ifade ettiği şekilde yaşamak zorunda olduğumu düşünüyorum. Eğer o ayetin söylediği şekilde yaşamak benim değerlerimle çelişiyorsa ya inancımdan ya da değerlerimden vazgeçmekten başka yol sanırım yok. İlk yazımda da ifade ettiğim gibi ben de bunu yaşadım. Kuran’ın cennet ve cehennem ile ilgili ayetlerini okumadım, ama dolaylı yoldan öğrendiğim İslam inancına göre var olan cennet ve cehennem tasvirleri de, benim inancımı ya da inançsızlığımı güçlendirdi.  

Kuran’da okuduğum ayetlerin içinde benim kafamda şüphe ve soru işareti yaratan birçok ayet oldu. Ancak değerlerim ile Kuran arasındaki ilk büyük çelişkiyi hissettiğim ayet,  Maide Suresi 51 Ayet idi. Buraya aktardığım çeviri Diyanet İşlerinin Çevirisi. Ancak  http://www.kuranmeali.org/5/maide_suresi/51.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx sitesinden ilgili ayetin farklı çevirilerini de bulmak mümkün ve bu çevirileri karşılaştırırsanız hemen hemen hepsinin birbirine benzediğini görebilirsiniz.

Ayet şöyle diyor: “Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.”

 Bu ayet hakkında, bu yazıyı yazmadan önce yeniden düşündüm. Bugün, benim açımdan benim için dine en yakın olan şey inandığım ideoloji, yani sosyalizm. Peki, benim gibi sosyalist olan bir insan bana sosyalist olmayan insanları dost edinmemek gerekli dese ne düşünürüm? Giderek, insanların ayrıştığı, farklı düşünen insanların birbirleri ile iletişimlerinin koptuğu bir ülkede yaşıyoruz, dahası Dünya da aynı noktaya gidiyor. Dolayısı ile, bu sorunun cevabını bulmak için epey düşünmem gerekti. Ancak, sanırım hala iki yıl önce bu ayeti okuduğumda inandığım temel değere inanıyorum. Her ne kadar kafamdaki onlarca ses, düşünce beni o değerden vazgeçirmeye çalışsa da. İnandığım değer iki kelime ile ifade etmek gerekirse uzlaşma kültürü. Ben aynı toplumda birbirinden farklı dinlere, ideolojilere inanan insanların, birbirleri ile tartışarak uzlaşabileceklerini bir noktada buluşabileceklerini düşünüyorum. Herşeyden önce diğer ideoloji ve dinlerden üstün bir din veya ideoloji için, kendini ifade edebileceği bir platform bence bir fırsattır.  Bu platformda o dine ya da ideolojiye inananlar, dinin ya da ideolojinin üstünlüğünü gösterme fırsatına sahiptirler. Ancak insanların ortak bir toplum inşaa edebilmesi için, aynı din ya da ideoloji üzerinde buluşmalarına bence gerek yok. Farklı inançlara sahip insanlar için bile, her birinin kabul edebileceği toplumsal kurallar belirlemek bence mümkün. Yeter ki, söz konusu insanların inançları katı olmasın. Ve bence toplumun tamamı için geçerli olan elbette bir arkadaş ya da dost topluluğu için de geçerli olmalı. Örneğin bence bir insan Dünya görüşü kendisinden çok farklı olan biri ile öyle şeyler yaşayabilir, öyle şeyler paylaşabilir ki, o insan onun en iyi dostu olabilir.

Ancak Maide Suresi 51. Ayet çok açık ve net bir şekilde, bu şekilde davranan Müslümanların İslam’dan çıkacağını söylüyor. Bu ayeti okuyunca açıkçası aklıma, ABD’de Hiristiyan bir çocukla dost olan bir Müslüman çocuk geliyor. O çocuk böyle davranarak dinden çıkmış oluyor. Ya da, Utah’ta tanıdığım başında kippası ile, yani hala içindeki Yahudi inancını koruyarak Filistin için mücadele eden Yahudi Occupy Wall Street eylemcisi. Bu ayet ben eğer onunla dost olursam dinden çıkacağımı söylüyor. Açıkçası, bugün içimdeki bir ses hayır diyor, Allah, eğer varsa, bana böyle bir şey söylemiş olamaz. Tıpkı iki yıl önceki gibi.  

Ancak iki yıl önce bu ayeti okuduktan sonra durmadım, okumaya devam ettim. Ve benim için çok daha ciddi bir çelişki yaratan ikinci bir ayetle karşılaştım. Bu defa çelişki o kadar büyüktü ki, kaçacak hiçbir yerim yoktu. Ya Dünya’ya bakış açımı kökten değiştirecektim, ya da inancımdan vazgeçecektim. Söz konusu ayet, Nisa Suresi 34. Ayet. Yine diyanetin çevirisini yazıyorum. Ancak http://www.kuranmeali.org/4/nisa_suresi/34.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx bağlantısına girerek diğer çevirileri de okumanız mümkün.

Ayet şöyle diyor: “Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”

Ayet, başkaldırmasından endişe ettiğimiz kadınlara önce öğüt verip, sonra yataklarında yalnız bırakıp sonra da dövmemizi söylüyor, elbette benim de içinde bulunduğum erkeklere. Öncelikle şunu yazayım, benim için eğer bir gün evlenirsem, eşim bir yana, çocuğumu bile döversem, tokat bile atarsam, sanırım hayatım boyunca bunun acısını içimde bir yerde hissederim. Hayatım boyunca, dayak yiyen bir çocuk gördüğümde veya duyduğumda, söz konusu çocuk her ne yapmış olursa olsun, sanki dayak yiyiyormuş gibi hissettim. Bugün Dünya’da ve Türkiye’de benimle farklı düşünen pek çok insan olduğunu biliyorum. Ama bence bir insanın çocuğu söz konusu olduğunda bile, onunla yaşadığı problemi, şiddete başvurmadan çözmesi gerekir. Annesi ya da babasından şiddet gören bir çocuk, bunun acısını hayatı boyunca hep bir yerlerde taşır, annelerin ve babaların çocukları dövmelerinin normal karşılandığı toplumlarda bile.

Bir insanın eşi, kendi cinsiyetim adına konuşursam, bir erkeğin karısı söz konusu olduğunda ise durum çok daha ciddi. Evlenir miyim bilmiyorum. Ancak eğer bir gün evlenirsem, bunu eşimle ortak bir hayat kurmak için yapacağım. Ve ortak hayat herşeyden önce, birbirimizin bakış açısına, değerlerine, kararlarına ve eylemlerine saygı duymak ile mümkün. Bir insanın eşi, kendisi ile çelişen bir söz söylerse veya bir eylem yaparsa, bence yapılması gereken, eşi ile oturup konuşmak, eşine yaptığı şeyin neden kendisini anlattığını ifade etmek ve ortak bir noktada buluşmaya çalışmaktır. Ortak bir noktada buluşulamıyorsa, yapılmasın gereken ayrılmaktır. Eşine, yaptığı bir eylemden dolayı, o eylem ne olursa olsun tokat atmak benim için zaten evliliği bitirir.

Bu ayeti okuduktan Kuran’ı okumaya devam etmedim. Gerçeği kabul etmem birkaç dakika aldı. Ama gerçek reddedilemez bir şekilde önümdeydi. Ya bir erkeğin kendisine başkaldıran eşini dövmesinin erkeğin sahip olduğu bir hak olduğunu kabul edecektim, ya da Müslüman olmadığımı. Benim açımdan cevap açıktı. Ben Müslüman değildim. Hatta muhtemelen hiçbir zaman olmamıştım.  

Wednesday, October 15, 2014

Türkiye’deki Kobani Fırtınasının Ardından


Yazılması çok zor bir konu bu konu. Üstelik de üzerinde defalarca yazıldığına birçok şey söyledindiğine eminim. Ancak geçen hafta ülkemizde yaşananlar hakkında sanırım herkes söyleyeceğini söylemeli, bazen tekrarlar yaşanma ihtimali olsa da. Söylemeli ki, doğruları ve yanlışları olabildiğince net görebilelim.

Öncelikle fırtınaya yol açan olay ile başlayalım. Kobani’de süregelen savaş. Herşeyden önce sınırımızın dibinde meydana gelen savaşa karşı hükümeti protesto eden şiddete başvurmayan eylemlerin meşru ve haklı olduğunu düşünüyorum. Kobani kendisinden farklı insanları öldürmekten çekinmeyen, hatta o insanları öldürmeyi, köle edinmeyi bir tür dini görev olarak gören IŞİD saldırısı altında. IŞİD ciddi bir silah üstünlüğüne sahip ve şehri bu kadar zorlamalarını sağlayan da bu üstünlük. Bu silahları nasıl elde ettikleri hakkında bizim ülkemize de  dayanan şaibeler var ama bunu geçelim.

Öncelikle bu savaş bizim meselemiz mi diye sorulabilir. Ben bir sosyalistim ve benim için “biz” tüm insanlık, Dünya’daki herşeyi de kendi meselem olarak görüyorum. Ancak bu yazı için “biz”i sadece Türkiye’de yaşayan insanlar olarak düşünelim. Evet bizim umurumuzda olan insanlar sadece Türkiye’de yaşayan insanlar olsa bile, IŞİD yine de bizim meselemiz. Öncelikle bu örgüt, IŞİD sadece belli bir bölge ile sınırlı amaçlara sahip bir örgüt değil. Örneğin, amaçları sadece İrlanda ile sınırlı bir IRA, sadece Bask bölgesi ile sınırlı bir ETA gibi değil IŞİD. Kurmak istediği rejimi tüm Dünya’ya yaymak istiyor. Evet belki IŞİD günün birinde ABD’ye ya da Japonya’ya da savunduğu rejimi yaymak istediği için ABD’de ya da Japonya’ya da yaşayan bir insanın çok fazla endişelenmesine gerek yok. Ancak Türkiye söz konusu olduğunda durum farklı. Ülkemizde IŞİD’e sempati duyan çok ciddi sayıda insanın olduğu söyleniyor. Ülkemizin başbakanı yakın zamana kadar IŞİD’e “öfkeli bir gençler topluluğu” dediğini de unutmamak lazım. Dolayısı ile IŞİD’in bakış açısı ülkemize zaten kısmen girmiş durumda, hükümete yakınlığı ile bilinen kimi gazetelerin, akademisyenlerin, hatta kimi bürokratların bile bu bakış açısından çok çok uzak olmadığını düşünüyorum. Ve bu bakış açısının daha da güçlenmesi oldukça olası. Yeniden hatırlatayım, IŞİD’in bakış açısı Sünni Müslüman olmayan herkesin, köleleştirilmesini, öldürülmesini sadece kabul edilebilir bulmakla kalmıyor, bunu adeta dini bir görev olarak görüyor. Dolayısı ile, Sünni Müslüman olmayan herkesin ve bu anlayışa karşı Sünni Müslümanların bu örgütle er geç karşı karşıya kalacağını düşünüyorum. Dolayısı ile Kobani’deki savaş evet Türkiye’de yaşayan insanları çok hem de çok ilgilendiriyor.

Peki ya Kobani’de savaşan öbür taraf, yani Kürt Hareketi hakkında ne diyebiliriz? Kürt Hareketi’ni hakkını vererek analiz etmek bu yazıda yapılması çok zor bir şey. Sadece şunu söyleyebilirim. Kürt Hareketi’nin amaçları ve yöntemleri hakkında söylenecek çok şey var. Bu amaçlar ve yöntemleri onaylamamak, hatta bu amaç ve yöntemlere karşı mücadele etmek bile mümkündür. Ancak bu hareket hiçbir zaman, IŞİD kadar korkunç yöntemler ve amaçlar benimsememiştir. Defalarca gördük ki, bu hareketle konuşmak tartışmak, belli noktalarda buluşmak mümkündür. Dolayısı ile IŞİD ve Kürt Hareketi arasındaki mücadelede kesinlikle IŞİD’e karşı ve Kürt Hareketinin yanında olmak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’deki sosyalistler ve solcular olarak en azından.

HDP’nin İnsanları Sokağa Çıkmaya Davet Etmesi Doğru muydu? Sonuna kadar doğruydu. Hükümetin üzerinde IŞİD’e karşı daha somut bir tavır geliştirmek için bir baskı oluşturmak gerekiyordu. Bunun içinde insanların herşeyi göze alıp sokağa çıkması hükümeti protesto etmesi, eylem yapması zorunluydu. HDP insanları sokağa çıkmaya davet ettiğinde, Gezi’de öne çıkmış birçok parti ve örgüt de tam da bu nedenle bu eyleme destek verdi.

Peki yakıp yıkmalar hakkında ne diyebiliriz? Yakıp yıkmalar söz konusu olduğunda ilk aklıma gelen Feguson. Orada da yakıp yıkan birçok insan olmuştu, ve ABD Ferguson eylemcilerin tamamını bu yakıp yıkanlar ile bir tutmuştu. Bu tür yakıp yıkma vakaları söz konusu olduğunda iki farklı değerlendirme yapmak mümkün. Devletin ve sistemin olaylara yaklaşımı ile ilgili ve bizlerin, muhaliflerin yapması gereken ile ilgili iki farklı değerlendirme. Öncelikle devletin bu yakıp yıkmalara yaklaşımı gerçekten insanın içini acıtan bir yaklaşım. Soma’da ölen işçiler için olur böyle şeyler denirken, yakılan otobüsler ve bankamatikleri bu ülkenin en önemli meselesi haline getirilmesini kesinlikle kendime çok uzak buluyorum. Tıpkı Ferguson’da siyah bir genci öldüren polisi, polis olmanın ne kadar zor olduğunu, polisleri de anlamak gerektiğini, o stres altında hatalar yapılabileceğini söyleyerek savunurken, eylemcilerin bir bölümünün marketleri yağmalamasını hayati bir mesele olarak gören ABD’deki sistemi de samimi bulmadığım gibi. Kaldı ki, yanılıyor olabilirim ama bildiğim kadarı ile en azından batıda eylemlerin önemli bölümü barışçıl iken, polis eylemlere müdahale etti. Bu durumda, şiddeti başlatan tarafın eylemciler olmadığını belirtmek lazım. Ancak bizim adımıza muhalifler adına şunu söyleyebiliriz. Kendimizi savunmak için zorunlu olmadığı sürece şiddete başvurmak, hele o şiddet yakıp yıkma, etraftaki herkese zarar veren rastgele bir öfkeye dönüştüğünde bizi amaçlarımızdan uzaklaştırır.

Ülkelerini “güzel ve güneşli günler”e hedefleyen sol hareketleri aynı ülkeleri karanlığa sürüklenişinin arıcı haline getirebilecek kadar tehlikeli bir araçtır böyle bir öfke. Bizler için şiddet en son noktada başvuracak araç olmalı. Gezide de söylediğimiz gibi saldırmamalıyız, direnmeliyiz, direnmenin ötesine geçen her türlü methodu reddetmeliyiz. Çünkü direnmenin ötesine geçen her tür method bizleri karşı olduğumuz sistem ile aynı noktaya taşıyacaktır.

Solun ve sosyalistlerin Kürt Hareketi’nin eylemlerini desteklemeleri doğru bir karardı. Kişisel düşünceme göre, bizler bu eylemler şiddete, başvurduğu sürece, bu şiddet doğrudan suçsuz insanlara yönelmedikçe bu harekete desteğimizi çekmemeliydik. Ancak olabildiğince bu eylemlerin savunma amaçlı olmayan her türlü şiddetten arınması için çabalamamız gerekiyordu. Sol hareketlerin bunu ne kadar başardı? Bilmiyorum.

Eylemlerdeki ölümler konusunda ne diyebiliriz? Eylemlerin kesinlikle en korkunç yanıdır. Bu ölümler konusunda herkes kendini sorgulamalıdır diye düşünüyorum. Hiçbir zaman yapmayacağına inansam da devlet ve AKP, biz sosyalistler ve solcular, ulusalcılar, Kürt Hareketi, herkes, acaba  bu ölümlerden ne kadar sorumluyuz, yapacağımız her hangi bir şey bu ölümleri engelleyebilir ya da azaltabilir miydi diye düşünmelidir. Ayrıca meşru müdafa sayılmayacak her ölüm vakasından sorumlu olanların cezalandırılması için elimizden geleni yapmalı, suçluların bulunması ve yargılanması gerektiğini elimde olan her yolla söylemeli ve savunmalıyız.

Eylemler hakkında söylenecek son söz nedir? Eylemler bizim birçok şey gösterdi. Öncelikle, hükümetin her hangi bir muhalif kesime nasıl hızla, hiç beklenmedik bir anda yaklaşabiliyorsa, öyle hızla beklenmeden uzaklaşabildiğini gördük. Bu hükümete ve AKP’ye doğrudan bağlı her kurum, her yapı, her kesimin dikkate alması gereken bir durumdur.

Ülkemizde, ortak noktalarda buluşabilecek muhalif hareketlerin ne yazık ki, diyalog eksikliği, tarafların en azından ilan ettikleri amaç ve bakış açıları ile uyuşmayan eylemler yüzünden hızla birbirinden ayrılabildiğini gördük.

Eylemlerdeki şiddetin, hükümet tarafından eylemlerin haklılığını gölgelemek için ne kadar etkili bir şekilde kullanılabildiğini bir kere daha gördük, söz konusu şiddet hükümetin barışçıl eylemlere müdahalesi sonucu ortaya çıkmış olsa bile.

Ve tüm bunların ötesinde ölümler kaldı geriye. Ne yapsak silemeyeceğimiz bir ağırlık olarak. Hükümetimiz bu ağırlığı hisseder mi bilmiyorum, ama biz solcular ve sosyalistler hissetmeliyiz.

Tüm bunları değerlendirmeli, ve ülkemiz giderek daha da artan bir gerilim altında, belirsiz bir geleceğe sürüklenirken, bu ülkenin “güzel ve güneşli günler”e ulaşması için neler yapabileceğimizi düşünmeliyiz. Ülkemizde solun ve sosyalizmin giderek daha fazla güçlendiğini düşünüyorum. Bu artan güç hem bize belki 1970lerden beri hiç elimizde olmayan fırsatlar sunuyor, hem de ülkemizde olan ve olacak olaylarla ilgili sorumluluğumuzu arttırıyor.