Thursday, November 20, 2014

Allah’a İnanırsam Ne Kaybederim? – Paskal Kumarı (Neden Müslüman Değilim – 6. Yazı)


Neredeyse lise yıllarıma kadar uzanan bir dönemde, beni ya da başka insanları Müslüman kalmaya ikna etmek için öne sürülen görüşlerden biri şuydu. Allah’ın var olduğundan tam olarak emin olamasak bile Allah’a inanmak ve Müslüman olmak daha mantıklıydı. Çünkü Allah’a inanan ve Müslüman olan bir insan, Allah yoksa bile bir şey kaybetmeyecekti. Oysa Allah’a inanmayan bir insan, eğer Allah varsa cehenneme gidecekti, dolayısı ile bundan çok zararlı çıkacaktı. Bu görüş, beni şaşırtacak kadar çok yerde dile getirildi. Bu görüşü bu kadar çok insanın dile getirmesi beni şaşırttı ve şaşırtmaya devam ediyor. Sonuç olarak bu her hangi bir dine inanmak için öne sürülebilecek muhtemelen en zayıf gerekçe. Bu gerekçe ile bir dine inanan bir insan, İslam’ın doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, içinde Tanrı’nın ya da Allah’ın yokluğuna dair bile bir şüphe duyuyor demektir. Böyle düşünen bir insanın inanmasının tek nedeni yanılıyor olsa bile, Tanrı ya da Allah yoksa bile bundan zarar görmeyeceğini düşünmesidir. Kısacası inanç ve din bu tarz düşünen bir insan için, doğru olduğu düşünülen bir değerler bütünü değildir, içindeki duyduğu sesi hissederek, doğru olduğuna inanılarak izlenen bir yol değildir, böyle düşünen insanlar için inanç ve din farklı ihtimallerin olduğu bir durumda, olası en karlı hamle hesaplanarak yapılmış bir tür yatırımdır.

Bu yazıda, defalarca önüme gelen bu mantığı ayrıntılı bir şekilde ele almaya çalışacağım. Öncelikle söz konusu mantığın sadece Müslümanlarla sınırlı olmadığını, Batı’da Hiristiyanlar tarafından da aynı mantığın dile getirildiğini belirtmek lazım. ABD’de bu mantık Paskal Kumarı olarak da biliniyor. İsmini 17. Yüzyıl’da yaşamış Blaise Paskal isminde bir filozoftan alıyor. Paskal Kumarı ilk paragrafta dile getirdiğim argumanın daha sistematik bir şekilde dile getirilmiş hali. Elbette İslam’ın yerini Hirisitiyanlık almış durumda. Paskal iki ihtimalden bahsediyor. Birinci ihtimal Tanrı’nın varlığı, ikincisi Tanrı’nın yokluğu. Her insan için de iki seçenek söz konusu ya Tanrı’nın varlığına inanacak ya yokluğuna. Paskal’a göre Tanrı eğer varsa, Tanrı’ya inananlar sonsuza kadar sürecek mutlu bir hayata kavuşuyorlar, Tanrı’ya inanmayanlar ise, sonsuza kadar sürecek bir azap ya da lanetlenme ile karşılaşıyorlar. Eğer Tanrı yoksa ise, Tanrı’ya inanmayanların bu inançsızlık sayesinde hayatlarına daha mutlu bir şekilde devam edebileceklerini varsaysak bile, bu mutluluk sadece ölünceye kadar devam ediyor. Benzer şekilde Tanrı’ya inanan bir insan, bu inançtan dolayı bu hayatı daha basit yaşıyorsa, ve olabileceği kadar mutlu olamıyorsa bile inancının ona kaybettirdikleri, eğer Tanrı varsa kazanacakları ile kıyaslanamayacak kadar küçük. Özetle, Paskal’a göre Tanrı yoksa, Tanrı’ya inanmanın kaybettirecekleri Tanrı varsa, Tanrı’ya inanmamanın kaybettirecekleri ile kıyaslandığında ihmal edilecek kadar küçük. Dolayısı ile Tanrı’nın varlığından veya yokluğundan emin olmayan bir insan için, doğru ve mantıklı olan yol Tanrı’ya inanmak.

Elbette ikinci paragrafın son cümlesi en baştan sorunlu bir cümle. Sonuç olarak Tanrı’nın varlığından veya yokluğundan emin olmayan bir insanın Tanrı’nın varlığına samimi olarak inanması mümkün değil. Sonuçta inanç, inanmanın karı ya da zararı yapılarak yapılan bir şey değil. En temel anlamda inanç insanın tam olarak kendi kontrolünde bile olmayan, zihninin derinlerinde beliren bir his. Bir insan Tanrı’nın var olma veya yok olma ihtimalini hesaplayarak hareket ediyorsa, zaten Tanrı’nın varlığına net bir şekilde inanmıyor demektir.

Ancak bir an için bu tutarsızlığı bir yana bırakalım ve Paskal Kumarı’nın mantığı ile düşünelim. Paskal Kumarı’nın daha ilk adımda göze çarpan bir sorunlu yanı, aslında en azından Hiristiyanlık ve Müslümanlık söz konusu olduğunda, sonsuz mutluluk ile sonuçlanacak hayat için Tanrı’nın var olduğuna inanmanın yeterli olmamasıdır. Farklı Hiristiyan ve Müslüman mezhepleri söz konusu sonsuz mutluluklar sonuçlanacak hayat için farklı yollar önerirler. Çoğu Müslüman ve Hiristiyan mezhebi için, sonsuz mutlu hayatı elde etmek için söz konusu mezhebin tanımladığı kurallara göre yaşamak gerekir. Kimi mezheplere ve mezheplerin içindeki alt gruplara göre sonsuz hayatı elde etmek için bir takım genel prensiplere uymak yeterlidir. Diğerlerine göre, kurallar hayatın çok küçük sayılabilecek ayrıntılarını bile düzenleyecek kadar detaylıdır. Örneğin, bazılarımız kimi Müslüman din adamlarının tuvalet ihtiyacının nasıl giderilmesi gerektiğine ilişkin var olduğu iddia edilen dini kuralları duymuştur, okumuştur.

İslam ve Hiristiyan dininin mezheplerinden önemli bölümü, kendi yollarını seçmeyen, farklı mezheplere veya dinlere inananların cehenneme gideceğini savunurlar. Gerçek eğer bu mezheplere mensup insanların savunduğu gibiysi, Tanrı’ya inanmak sonsuz mutlu bir hayatı yaşamak için yeterli değildir. Bunun için Tanrı’ya inanmanın yanında doğru dini ve mezhebi seçmek gerekir.

Bir an için, Müslümanlık ve Hiristiyanlık dininin sonsuz sayıda mezhebinin olduğunu varsayalım. Her bir mezhep de kendilerinin seçtiği yoldan gitmeyenlerin cehenneme gideceğini savunuyor olsun. Bu durumda bir insanın ya bu mezheplerden birini seçecek, ya da Tanrı’nın olmadığına inanıp, kendi doğrularının gerektirdiği gibi yaşayacaktır. İlginç olan eğer mezhep sayısı gerçekten sonsuzsa, bu durumda son seçenek en mantıklı ya da en azından diğerleri kadar mantıklı bir seçenek haline gelecektir. Çünkü sonsuz sayıda mezhep varsa, ve her birinin doğru olma ihtimali eşitse, o zaman onlardan birini seçen bir insanın cennete gitme ihtimali ihmal edilebilir derecede düşüktür. Bu mezheplerden her hangi birini seçip, kendi doğruları yerine, bu mezhebin ona dikte ettiği doğrulara göre yaşayan bir insan bu hayatta olabileceği kadar mutlu olmayacaktır. Dolayısı ile kendi doğruları ile ters bir mezhebi seçen bir insan, ihmal edilebilir derecede düşük bir cennete gitme ihtimali karşısında, bu hayatta daha az mutlu olmayı kabul etmiş demektir. Ancak Tanrı’nın varlığına inanmayan insan en azından bu Dünya’daki hayatında yaşıyabildiği kadar mutlu yaşamıştır. Elbette eğer Tanrı varsa cehenneme gitme ihtimali vardır, ancak bu ihtimal mezheplerden birini seçmesi durumunda da varolan bir ihtimaldir. Bu durumun tek bir istisnası vardır, o da bir insanın kendi doğruları ile mezheplerden birinin ona dikte ettiği doğruların örtüşmesidir. Bir insan böyle bir mezheple karşılaşırsa, hem o mezhebe inanan bir insanın gerektirdiği gibi yaşar, hem de bu Dünya’dda olabileceği kadar mutlu olur, çünkü sonuçta mezhebe inanan bir insanın yaşaması gerektirdiği yaşam ile, onu bu Dünya’da mutlu edecek yaşam arasında bir fark yoktur.

Elbette mezhep sayısı azaldıkça, cennete girme ihtimali artar, bu durumda, bir insanın mezheplerden kendisine bu Dünya’da en uygun yaşamı yaşatacak olanı seçmesi, Tanrı’ya inanmamayı seçmesinden daha mantıklı ve karlı bir seçim haline gelir, en azından Paskal Kumarı’ndaki olasılıkları düşündüğümüzde.

Ancak burada Paskal Kumarı’nın ilk başta gözle görülmeyen ikinci bir sonucu ortaya çıkar. Bu sorunu anlamak için bir an için her mezhebin ayrı bir din olduğunu. Ve her dinin ayrı bir peygamberi olduğunu varsayalım. Eğer bir an için farklı dinleri ortaya atan peygamberlerden birinin doğruyu söylediğini, diğerlerinin yalancı olduğunu varsayarsak, yalancı bir peygamberin kendi dinini yayması için en uygun yol, o dinin cehennemini olabildiğince korkunç, cennetini olabildiğince güzel tasvir etmektir. Yaydığı dine inanmayanların da cehennemden kurtulup cennete gidebileceğini savunan, hatta bu dine inanmayanların cehennemde sınırlı bir süre kalacağını savunan bir peygamberin dini, Paskal Kumarı ile hareket eden birisi tarafından tercih edilmeyecektir. Sonuç olarak, böyle bir peygamberin dinine inanmadan da cennete gitme yolu vardır. Dolayısı ile insanlar inanmadıkları zaman karşılaşmaları muhtemel cezanın daha büyük olduğu dine inanmayı tercih edecektir. Bu nedenle dinini yaymak isteyen bir peygamberin, o dine inanmayan herkesin sonsuza kadar cehennem azabı ile cezalandıracağını savunmalıdır.

Elbette mezheplerin peygamberleri yoktur. Mezhepler peygamberler tarafından getirilen dinlerin farklı şekilde yorumlanması ile oluşur. Ancak farklı mezheplerin başındaki dini liderler için yukarıda bahsettiğim durum geçerlidir. Bir an için bu mezheplerin bazılarının başında kötü niyetli, ve insanların o mezheplere olan inançlarını kendi bireysel amaçları için kullanmak isteyen insanlar olduğunu varsayalım. Bu insanlar o mezhepleri kendi çıkarlarına uygun şekilde yorumlayabilir, ve sonrasında o mezhebe inananları sonsuz cehennem azabı ile korkutarak, istedikleri gibi yönlendirebilir. Örneğin, paralarını belli bir bankaya yatırmazlarsa, belli bir partiye oy vermezlerse sonsuz cehennem azabı ile karşılaşacağını söyleyebilirler. Paskal Kumarı mantığı ile hareket eden bir insan için, sonsuz cehennem azabı ihtimali, bu Dünya’da yaşanabilecek her türlü acıdan daha korkutucu bir ihtimal olacaktır. Dolayısı ile Paskal Kumarı mantığı ile inanılan dinler ve mezheplerde kötü niyetli din adamlarının, o dine inananları istedikleri gibi yönlendirmeleri ihtimal dahilindedir, özellikle insanlar dinlerini ve mezheplerini, doğrudan o dinin peygamberi tarafından oluşturulmuş kaynaklardan değil de o din adamlarından öğreniyorlarsa.

 Burada benim açımdan önemli nokta şu. Tarihe bakıyorum ve din adına yapılmış birçok kötülük görüyorum. Maraş Katliamı ve Sivas Katliamı bunların örneği. Bir başka örnek Lübnan’da Hiristiyanların gerçekleştirdiği katliamlar. İşin en vahimi, bu katliamları yapanlar bunu inandıkları din adına yaptıklarını savunuyorlar. Bu katliamlar elbette en uç, en aşırı olan örnekler. Hiristiyanlık’ın veya Müslümanlık’ın gerçek anlamda böyle katliamları desteklemediğini savunmak mümkün. Ancak reddedemeyeceğimiz bir şey var, o da kimi Hiristiyanlık ve İslam yorumları, din adına böyle katliamların yapılabileceğini savunuyor. Ve bazı Hiristiyan ve Müslümanlar bu katiamların cennete girmeyi engellemediğini hatta cennetin yolu olduğunu düşünüyor. Sonuç olarak cennetin de cehennemin de nasıl yerler olduğunu ancak dini kaynaklardaki tasvirlerden öğreniyoruz. İslami kaynaklardaki cennet ve cehennem hakkındaki düşüncelerimi dördüncü yazımda belirtmiştim. Ancak bir an için hayal edebileceğim en korkunç cehennem ile, o güzel cenneti hayal ediyorum. Ve bu durumda bile eğer her hangi bir din, benim yanlış bulduğum, benim değerlerime ters, eğer uygularsam beni mutsuz edecek birçok kural içeriyorsa, o dine inanınca benim sonsuza kadar bu hayal edebildiğim en güzel cennette yaşama ihtimalim varsa, inanmadığımda ise benim hayal edebildiğim en korkunç cehennemde sonsuza kadar azab görme lanetlenme ihtimalim varsa, yine de o dinin gerektirdiği gibi yaşamadan önce düşünürüm.

Eğer o dinin benimle çelişen yanları sadece benim bireysel yaşamımla ilgili konular ise, örneğin şu yemeği yemememi, bu kıyafeti giymememi istiyorsa o din, söz konusu yemek çok sevdiğim bir yemek olsa, söz konusu kıyafet bana çok yakışan ve giymekten keyif aldığım bir kıyafet de olsa, o yemekten veya kıyafetten vazgeçebilirim. Kısacası kendi yaşamımın sadece beni ilgilendiren yanları ile bir yere kadar fedakarlık yapabilirim, inandığım bir din için. Ancak eğer söz konusu din, örneğin açlıktan ölmek üzere olduğu için hırsızlık yapan bir insanın elini kesmemi emrediyorsa ve eğer ben bunu yapmak benim değerlerime aykırı ise ben o dini reddederim. O dinin inananlarına vaadettiği cennete, veya inanmayanları içine atacağını söylediği cehenneme zihnimin bir parçası ile inanmaya devam etsem bile reddederim. Çünkü en azından bugün sahip olduğum, eğer varsa Allah’ın verdiği akıl ve değer yargıları ile ben bana etrafımdaki insanlara, benim haksızlık olduğunu düşündüğüm şekilde davranmamı emreden bir dinin dediklerini yaparak gireceğim bir cennette mutlu olamam. Kendi değerlerime göre yaşamayı ve eğer bir Tanrı varsa, ve o Tanrı beni yargılayacaksa, Öbür Dünya’da kendi inandığım gibi yaşadığım bir hayatın hesabını vermeyi, ve o hayatın içinde yanlışlar yaptıysam o yanlışların bedelini ödemeyi, inanmadığım gibi yaşayıp cennete gitmeye tercih ederim.

No comments:

Post a Comment