Tuesday, September 2, 2014

Çin Komunizmin Ülkesi



Çin hakkında az da olsa bir bilgisi olan her hangi bir insan için, bu ülkeyi tanımlamanın birbirinden farklı birçok yolu vardır. Örneğin 3000 yıllık bir tarihin her köşede, sokakta ve insanların yüzünde hissedildiği ülke denebilir Çin’e. İnsanın başını döndüren bir değişimin öncüsü denebilir. Bir ekonomi devi olarak da adlandırılabilir Çin. Ya da insana dair herşeyin her an hissedildiği Dünya’nın en kalabalık ülkesi.

Bu yılın nisan ayında Çin'in Sichuan eyaletinde, ülkenin dördüncü büyük şehri olan (sanırım Hong Kong'u saymayınca) Chengdu şehrinde, Sichuan Üniversitesi'nde iki haftalığına ders vermek için başvurdum. Mayıs ayının sonunda üniversite başvurumu kabul etti. Henüz vize başvurusu gibi, sorunlarla karşılaşılması muhtemel bir süreç önümde olsa da, Haziran ayında Çin'e muhtemelen gideceğim diyordum artık. Çin’e gitme ihtimalimin belirdiği ilk anlardan itibaren Çin benim için bu tanımların hepsinin ötesinde farklı bir anlamı vardı. İçimi kıpır kıpır eden ve beni heyecanlandıran bir anlam. Çin benim için herşeyden önce komunizmin ülkesiydi.

Biliyorum, Çin komunizmin ülkesi dediğimde bunu yanlış bulacak birçok insan olacaktır. Zaten, oldu da. Hatta Utah Üniversitesi’ndeki Çinli ve Marksist hocama bile, ne olursa olsun, komunist bir partinin yönettiği ülkeye gitmek beni heyecanlandırıyor dediğimde “Ne yazık ki, artık Çin komunist değil.” demişti. Evet, çoğu sosyalist ya da solcu insan için, Çin komunizm yolundan dönmüştür, hatta vatandaşlarına eğitim, sağlık gibi konularda destek olan Avrupa ülkeleri hatta ABD’den bile uzaktır komunizme onlara göre. Sağcılar ise Çin’in komunist bir parti tarafından yönetildiğini sadece Çin’i eleştirecekleri zaman hatırlarlar. Bu ülkenin ekonomik başarılarından söz ettilerinde ise, bu başarıların arkasında Çin’in kapitalizmin yolunu izlemesi olduğunu söylerler. Çin hem ABD’de hem de Türkiye’de en radikal sağcı ile en radikal solcuyu bile kimi zaman birleştirebilen bir ülkedir, bu açıdan.

Ancak benim Çin’e komunist ülke dememi sağlayan ekonomik sistemi değildi. Yaşadığım iki ülkede de, hem ABD hem de Türkiye’de yıllarca, komunist olmak, hatta sosyalist olmak, çoğu insan tarafından en hafif tabiri ile çocukluk ya da delilik olarak görüldü. Kimi insanlar ise, ki içlerinde önemli bir halk desteğine sahip siyasetçiler, gazete yazarları, hatta kimi zaman eski ve yeni solcular da vardı, komunizmi bir sapkınlık olarak görüyordu. Onlara göre komunistler kendi ideolojilerini hayata geçirmeyi başardıklarında, insanlığı büyük bir felakete sürükleyecek insanlardı. Çoğu zaman kendi siyasi düşüncelerime, değerlerime karşı bile olsa onları benimle oturup tartışabilen bir insan bulduğumda bile kendimi şanslı saydım. Üniversite yıllarından sonra gerek ABD’de gerek Türkiye’de benim gibi komunist olan arkadaşlarım oldu, ama bu kendimi, en azından inandığım siyasi ve toplumsal değerleri reddetmediğim, yani kendimi reddetmediğim sürece, gerek ABD toplumunun, gerekse Türk toplumunun dışındaymış gibi hissetmemi engellemedi. Bu hissin özellikle Türkiye’de son yıllarda daha da çoğaldığını söyleyebilirim.

Çin tam da bu açıdan benim için komunizmin ülkesiydi. Chengdu Şehri’nin en büyük meydanına, Tianfu Meydanı’na çıktığımda, Mao’nun heykelini görmek bile bana kendimi, ilk defa benim inandığım değerleri reddetmeyen bir ülkede olduğumu hissettirdi.  

Bir cennete gelmeyi beklemiyordum. Hatta komunist ülkeler hakkında anlatılan birçok hikayenin de doğru olabileceğini düşünüyordu. Sokaklarda polislerle dolu olabileceği, en ufak bir eleştiri yapan insanın tutuklanabileceği bir ülke ile karşılaşabilirim diyordum kendi kendime. Ayrıca büyük bir yoksullukla da karşılaşabilirim diyordum. Ama ne olursa olsun, Çin’in başında komunist bir parti vardı. Bu parti kapitalist ekonomik sistemi bir süre için ülkenin hızlı bir şekilde kalkınmasını sağlayacak bir ekonomik sistem olarak görüyor olabilirdi. Ancak daha Çin’e gitmeden görebildiğim bir şey vardı. Çin’in Komunist Parti hala Marksist ideolojiyi reddetmiyordu, bu ideolojiyi Çin’in gelişimine katkı sağlayacak rehber bir ideoloji olarak görüyordu. Ve muhtemelen günün birinde tüm üretimin işçiler tarafından sosyalist bir devlete dönüşme ideali hala Çin Komunist Partisinin bir gün gerçekleştirmeyi umduğu bir hedefti. Sadece bu bile benim Çin’i kendime yakın bir ülke olarak görmemi, başarılarını da başarısızlıklarını da sahiplenmemi sağlıyordu.

Haziran ayının üçüncü haftasına vardım. İlk günü Uygur Bölgesindeki Urumçi'de geçirdikten sonra, Chengdu Şehrine ulaştım ikinci gün. Çin’de geçirdiğim ilk günlerde, en azından benim bulunduğum şehirde Chengdu’da korkularımın çoğunun gerçek olmadığını gördüm. Sokaklarda çok az polis vardı, hem İstanbul’da, New York’ta, hatta ABD’nin nisbeten küçük bir şehri olan Salt Lake City’de bile polisin varlığını daha fazla hissettiğimi söyleyebilirim. Sokaktaki polisler de çoğu zaman insanları izlemekle yetiniyorlardı. Hatta Chengdu’ya gelen bir yabancının, trafiği düzenlemesi ve kimi kuralları zorlaması için polisin varlığını daha fazla hissettirmesini istemesi bile istemesi mümkündü. Karşılaştığım insanların önemli bölümü Çin rejimini eleştiren insanlardı. Bu eleştiriler bürokrasinin işleri yavaşlattığına dair küçük eleştiriler de olabiliyordu, komunist rejimin ülkenin tarihini ve kültürünü yok ettiğine ilişkin çok sert eleştiriler de.

Ülkede yoksulluğu da çok fazla hissetmediğimi söyleyebilirim. Bu sözüme şaşıran, hatta beni taraflı bulan insanlar belki olacaktır. Belki haklılardır, belki öyleyim. Ancak gerek İstanbul’da, gerek New York’ta Chengdu’da hissettiğimden daha fazla yoksulluk hissettim. Örneğin Chengdu’da sokaklarda yatan insanlar yoktu. Dilenen kimseyi hatırlamıyorum. Evet, özellikle şehrin dışındaki bazı binalar kaba sabaydı, hani kimi gazetecilerin komunizmin zevksizliğini yansıtıyor dediği türden binalar, ama gecekonduyu andıran bir bina da hatırlamıyorum.

Herşeyden önce devlet elini farklı alanlarda hissettiriyordu. Örneğin finansal piyasaları doğrudan kontrol ediyordu devlet. Üniversiteden Yuan olarak aldığım ücreti Euro’ya çevirmeye çalışırken bu denetimin yarattığı sorunu bizzat yaşadım. Devlet interneti denetliyordu, facebook ve google gibi internet siteleri yasak mesela, ve google’ın yerini alan, ne yazık ki benim kullanamadığım Baidu Çince site vardı. Gerçi üniversiteki öğrencilerimin önemli bölümü google ve facebook’a girdiklerini söylediler, ancak ben yasağa uydum ve 3 hafta bu iki siteye girmedim. Eğitimde de devletin eli hissediliyordu. Konuştuğum insanlardan öğrendiğim kadarı ile devlet ilkokuldan üniversite sonuna kadar insanların eğitimini yönlendiriyordu.

Devletin bu kadar bir ülkedeki yaşama bu kadar müdahale etmesi bana birçok zorluk çıkardı. Ancak bir yandan da kimi zaman toplumları kaosa sürekleyebileceğine inandığım bir ekonomik sistemin, bu noktaya gelmemesi için bir devletin elinden geldiğince çaba gösterdiğini bilmenin, insanlara ne ABD’de ne de Türkiye’de olmayan bir güven hissi verdiğini hissettim.

Kısacası Çin’de devlet, kapitalizmin kendi kendine, veya sınırlı müdahaleler ve belki yoksullara destek olan programlarla işleyebilecek bir sistem olduğuna inanmıyordu. Bu sistemin sürekli kontrol altında olması gerektiğini düşünüyordu. Ve açıkçası bu siyasetin arkasında arkasında Çin’in binlerce yıllık ülkedeki herşeyi denetim altında tutan imparatorluk mirasının yanısıra, Marksist ideolojinin de etkisinin olduğunu düşünüyorum. Marks’ı okumuş ve onun ideolojik bakış açısına ilişkin farklı yorumları dinlemiş bir insan olarak Çin’in izlediği yolun Marksizm’den çok uzak olmadığını söyleyebilirim. Marks, kapitalizmin toplumları dönüştürecek büyük bir güç barındırığını düşünen bir insan sonuçta. Ve her ne kadar komunistlerin içinde buna karşı çıkanlar olsa da, komunist bir partinin bir süre için kapitalist ekonominin devlet denetimi altında var olmasına izin vererek, bu sistemin yarattığı dönüşümden yararlanması bana Marksist ideolojiden çok uzak bir siyasi tercih gibi gelmiyor. 

Çin’in çok önemli bir eksiği var elbette, demokrasi. Komunist Parti liderliğindeki yıllar, Batı Devletlerinin ve Japonya tarafından defalarca yenilgiye uğratılmış, ekonomisi bu devletlerin kontrolüne geçmiş bir devletten, siyasi olarak bir süper güce dönüşmüş, ülkesindeki insanların yaşam standartlarını hızla yükselten bir ülke yaratmış olabilir. Ama bu rejime ve partiye halkın ne kadar destek verdiğini anlamak mümkün değil, çünkü halkın tercihlerini yansıtan bir mekanizma yok Çin’de.

Çin’in bu önemli eksiğini bir gün gidereceğini umud ediyorum. Ve eğer o gün gelirse, eğer Çin komunizm ile demokrasiyi bir araya getirirse, işte o zaman bence bu ülkenin gerçek anlamda, yeni bir Dünya’nın kurulmasına öncülük edecek bir ülke haline gelecek.

2 comments:

  1. Peki halk kapitalizmi yeterince tanıyor mu?

    ReplyDelete
    Replies
    1. Vallahi verdigim derste elimden geldigince anlattim. : ) Teorik olarak biliyorlar, en azindan ogrenciler. Pratigini biliyorlar mi denirse, denetimli bir versiyonunu yasiyorlar. Iclerinde ogrencilerden yurtdisina gitmek isteyenler de var, ki bir kismi rejime inanan insanlar. Tabii biz kapitalizmi ne kadar biliyoruz da denebilir. Kapitalizmin icinde yasiyoruz ama derler ya, balik deryada yasar deryayi bilmez diye. ben ekonomi doktorasi ogrencisi olarak elimden geldigince, kesfetmeye ve kesfedilmesine katki saglamaya calisiyorum, hem kapitalizmi hem de kapitalizm alternatiflerini.

      Delete