Friday, September 26, 2014

Benim Yolculuğum (Neden Müslüman Değilim - Birinci Yazı)


İki yıl önceydi sanırım, yazın Kuran’ı okumaya başlamıştım. AKP iktidara geldiğinden beri aklımda belirmeye başlayan ve 5 6 yıldır kafamı kurcalayan sorular en sonunda o yaz yanıt buldu. Hiçbir zaman çok dindar bir insan değildim. Ama lise yıllarından beri muhafazakar olmayan bir ailede, okulda ve çevrede yetiştiğim halde, ben Müslümanım diyordum kendime. O yaz bu sona erdi. Kuran’ı okudum. Sadece ilk beş suresini. Ve sadece bu ilk beş sure ile bile bir tercih yapmam gerekiyordu. Ya hayatım boyunca inandığım değerlerden vazgeçecektim, ya da içinde olduğumu düşündüğüm dinden. Ben değerlerimi seçtim. Bu nedenle lise yıllarında nasıl “ben Müslümanım” diyorsam şimdi de “Ben dinsizim.” diyorum. Korkmadan ve çekinmeden. İngilizce ya da latince kelimeleri agnostik, ateist gibi kullanmama gerek yok. Evet her dinsiz aynı değildir, kimisi Tanrıya inanır, kimisi Tanrı’nın var olabileceğini düşünür. Ancak sonuç olarak Dünya’da mevcud dinlerden birine inanmayan insan dinsizdir ve ben de onlardan birisiyim.

Bu yazı ve sonrasında yazacağım iyi tanıdığım halde kendimi bir parçası olarak görmediğim, göremediğim iki dinden, yani İslam ve Hiristiyanlık’tan. Hiristiyanlık’ın bana neden ters geldiğini anlatacağım. Bu yazıları neden yazıyorum. Çünkü öncelikle en iyi ihtimal ile, beni “ahlaken kurtarılması gereken insan olarak gören”, en kötü durumda bile, kafası kesilen, eğer bir gün bir aile kurarsam, eşimin çocuğumu kölesi yapmaktan çekinmeyecek insanlardan bıktım. Çok sevdiğim bir tanıdığımın bile bana “Senin sapık düşüncelerine göre idare edilmeyecek bu ülke” diyebildiği bir Türkiye var. Bu Türkiye benim için  Dünya’nın öbür ucunda ama aynı zamanda sürekli kafamın içinde. Ve bu ülkede, bir kısmı kendini Müslüman olarak görse bile, benim değerlerime yakın değerlerime yakın insanlar, bir takım başka insanlar tarafından ahlaksız, toplumdışı ilan ediyorlar. Onlara karşı, bu yazıda şunu söylüyorum. Ben dinsizim ve dinsiz olmamın asıl nedeni, Kuran’ı okuduktan sonra, bu Dünya’yı daha iyi bir yer yapacağına inandığım değerlerin Kuran ile çelişmesi idi. Kimseyi dininden döndürmek gibi bir amacım yok. Yazıyı okuyan Müslüman arkadaşlarıma özellikle söylüyorum, sadece benim yazımdan dolayı inancınızı kaybetmeyin, başka insanlarla konuşun ve son kararınızı vermeden önce Kuran’ı da mutlaka okuyun. Kimbilir belki siz benim gördüğüm anladığım anlamlar çıkarırsınız Kuran’dan.   

Benim din ile ilgili yolculuğum ne zaman başladı? Sanırım orta okul yıllarım en önemli yıllardı. 28 Şubat Süreci denen sürecin yaşandığı yıllardı o yıllar. Kendime solcu diyordum, ancak henüz kendimi sosyalist ya da komunist görmediğim bir dönemdi. Hiçbir zaman çok dindar değildim. Ancak beni İslam’a biraz olsun yaklaştıran bir insan varsa o da lisedeki din öğretmenimdir. Ve belki bazı insanlara tuhaf gelebilir ama onun beni İslam’a yaklaştırmasının asıl nedeni, Müslüman olmayanlara karşı hoşgörüsü idi. “Neyi inandığınızı bilerek ateist olun sizi gözünüzden öpeyim.” diyen bir hoca idi bizim din hocamız. Ve bu hoşgörü tek başına benim onun anlattıklarını dinlememi sağlıyordu.

Din hocamın beni ikna eden sözlerinden birisi dinin Dünya üzerindeki rolü üzerine idi. İnsanlar dört farklı akımdan beslenir diyordu hocam. Bilim, sanat, felsefe ve din. Onun sözlerini bugün kendi aklımdaki fikirlerle birlikte ifade edersem, din öncelikle, diğer tüm özelliklerinden önce ve bu özelliklerin ötesinde insanlığın tamamını ve insanlığın ötesinde tüm canlıları ve cansız Dünya’yı bir araya getiren bir değerler bütünü. Bizim Dünya’daki geri kalan kendimizi tüm insanlarla ve canlılarla birlikte bir bütün olarak hissetmemizi sağlıyor, ve o insanlar ve canlılarla bir arada yaşamamızın kurallarını koyuyor. Bu açıdan ne sanatın ne felsefenin ne de bilimin yapmadığı bir şeyi yapıyor din. Bugün şunu din hocamın kesinlikle haklı olduğunu söyleyebilirim. Dinin işlevi konusunda kesinlikle haklı olduğunu düşünüyorum. Ancak 18. Yüzyıldan itibaren dinin işlevini devralan yeni bir şeyin ortaya çıktığını düşünüyorum, ideolojiler. Bu konudan ileride bahsetmek istiyorum. Ancak şimdilik bu konuyu bir yana bırakayım.

Din hocamın sözleri ve 28 Şubatta üniversite kapılarındaki türbanlı öğrenciler, imam hatip liselerinde okuyan öğrencilere karşı gazetelerde yazılan yazılar, orta okul ve lise yıllarımda aklımda fırtına yaratıyordu. Lise yılları zaten insanın aklında kolayca fırtınaların çıkabileceği yıllardı. Ben de zihnimde çıkan bu fırtına sayesinde adım adım İslam’a ve hatta İslamcı siyasi harekete yaklaştım.

Hayır o sınır çizgisini geçmedim, kendimi o hareketin bir parçası olarak görmedim hiçbir zaman. Ama o gün onları haklı olduğunu düşünüyordum ve bunu dile getirdim. İslamcı hareketin okullarının kapatılması gerektiği söylendiğinde, okulları kapatmak yerine çocukları o okullara muhtaç bırakmamak lazım dedim. Başörtüsü takan öğrencilerin üniversitelere girilmesi yasaklanmalı denildiğinde, hayır asıl o öğrenciler üniversitelere girmeli, üniversitenin ortamını görmeli tanımalı dedim.

Ama bunun da ötesinde, ilk defa kendimi Müslüman olarak, hatta inançlı bir Müslüman olarak hissetmek istedim. Ramazan’da elimden geldiğince oruç tuttum. Bir kere namaz kılmak için camiye bile gittim, dedemle. Ki bu başlı başına ilginç bir deneyimdi. Ortaokul çağındaydım, hayatımda ilk defa camiye gidiyordum. Diz kapaklarımı açık bırakan bir şortla gitmiştim. Ve camidaki adamın bana, böyle namaz kılınmaz dediğini hatırlıyorum. Sonrasında bunu ne kadar istersem isteyeyim namaz vakti camiye gidemedim hiçbir zaman. Çünkü korktum. Dedemin herkesi tanıdığı bir camide bir ortaokul çocuğu olarak terslenmişken, daha büyük bir çocuk olarak hiç tanımadığım bir camide, bilmeden, camidekilerin büyük tepki göstereceği bir hata yapmaktan korktum. Yani inandığımı söylediğim, kendimi içinde hissetmeye çalıştığım dinin ibadethanesine girmekten korkuyordum. Ancak buna rağmen ben Müslüman’ım diyor ve kendimi Müslüman olarak görmeye çalışıyordum.

Bugün geriye bakınca kendi kafamın içinde bir İslam yarattığımı daha iyi anlıyorum. Dindar insanların baskı altında olduğunu görüyordum, ve aklımda bir yan onların yanında olmak istiyordu, onların yanında olmanın bir yolu da, özellikle bir lise öğrencisi olduğum için, bir eyleme katılmaktan korktuğum için fiziksel olarak onların yanında olmayacağımı düşündüğümde, belki de onlar gibi dindar olmaktan geçiyordu. Ve 2002’den başlayarak adım adım, aslında kafamdaki İslam’ın doğru olmadığını, kendi aklımda beliren sözlerle ifade etmek gerekirse “onların İslam’ının” gerçek İslam olduğunu anladım.

AKP’nin iktidara geldiği günü hatırlıyorum. Üniversitedeki ilk yıllarımdı ve hak ettiler demiştim. Diğer tüm partilerin toplumun asıl sorunlarına duyarsız olduğu bir ortamda. AKP’ye karşı alternatif bir yol geliştirilemediği ve muhaliflerinin AKPnin varsayımlarla suçlayarak önünü kesmeye çalıştığı bir ortamda, AKP iktidarı haketmişti.

Ancak AKP iktidar olduğu ilk andan itibaren görebilen insanlar açısından sorunlu bir dönem başladı. Eğitimli, orta sınıf için görünürde büyük bir problem yoktu. Ancak yıllar boyunca okumak isteyen ama parası olmayan gençler, evleri olmayan insanlar, yiyecek yemek bulamayan ve Ramazan’da çadırların önünde toplanan insanlar. Hepsi AKP için açıkça siyasi hedefleri için kullanılacak bir araçtı. Bu insanları, siyasi ve ekonomik olarak güçlendirmek hiçbir zaman hedefi değildi AKP’nin ve bu çok açıktı.

Öte yandan İslam konusunda en bilgili insanlar olarak önümüze çıkarılan hocalar, ilahiyatçılar, cemaat önderleri, benim aklımdakinden çok farklı bir İslam’dan bahsediyorlardı. Kadınların erkeklerden değersiz olduğu, Müslüman olmayan herkesin cehenneme mahkum edildiği, tasvir edilen cennetin bile benim açımdan hiçbir cazip yanının olmadığı bir İslam. Bu sorunların her birinden bahsedeceğim. Ancak şu an için şunu yazabilirim. Dindar insanların artık baskı altında olmadığı bir Türkiye’de bu sorunlar benim için giderek kaçılması zor bir hal almıştı. İlk başlarda, o insanlar İslam’ı böyle yorumluyor olabilir, ben İslam’ı farklı yorumluyorum demiştim. Benim İslamım’da kadın ve erkek eşitti, kadınların kıyafetlerine Allah karışmıyordu, bir Hiristiyan, Yahudi, Budist ya da bir dinsiz, eğer insanlara zulmetmiyor, bu Dünya’yı daha iyi bir yer yapmak için çabalıyor mücadele ediyorsa, Allah o insanların yanında yer alıyordu.

Kafamdaki İslam ile, dindar insanların İslam’ı arasındaki uçurum açılınca ilk reaksiyonum ben Sünni değilim demek oldu. Sünnilik yerine İslam’ı daha farklı yorumlayan bana haklı olduğumu hissetirecek bir mezhep aradım. Alevilik ve Bektaşilik, ilk aklıma gelenlerdi. Bir yolunu bulsam, beni kabul edecek bir Cemevine gidebilsem belki Alevi olacaktım, aklımdaki sorular orada bitecekti. Ancak öyle olmadı, okuduğum ve öğrendiğim kadarı ile Alevi olmak için Alevi doğmak gerekiyordu. Dolayısı ile, hiçbir mezhebe, cemaate, dindar olan hiçbir Müslüman gruba ait olmadan, olamadan yaşamaya devam ettim.

ABD’ye geldiğim yıllar, benim açımdan sorunu bir parça hafifletti. ABD, Müslümanların baskı altında olduğu bir devletti, ve ironik olarak bu benim göğsümü gere gere Müslümanım dememi sağlıyordu. Üstelik dindar olmasam da Müslüman bir ülkeden geliyordum bu da benim bunu söylememi kolaylaştırıyordu. Ancak aklımdaki sorular bir kenara itilmeyecek kadar ciddi idi. O nedenle ben Müslümanım desem bile, dinim hakkında daha ayrıntılı bir şekilde konuştuğumda benim İslam anlayışımın Sünni İslam anlayışından farklı olduğunu, her hangi bir mezhebe kendini ait hissetmeyen bir Müslüman olduğumu itiraf ediyordum.

Ne yazık ki Türkiye benim bu hiçbir yere ait olmayan bir Müslüman olarak kalmama bile izin vermedi. 2010’dan başlayarak adım adım, ama görebilen insanlar açısından net bir şekilde, Müslüman olmayanların, Sünni olmayanların yaşam biçimi ahlaksızlık ve sapkınlık olarak görülmeye, gösterilmeye başladı. Yazının başında bahsettiğim tanıdığımın bana “benim sapık düşüncelerim”den bahsettiği zaman, kendimi hala Müslüman olarak görüyordum. Ama aynı zamanda sosyalisttim. Ve bu onun beni bu şekilde görmesi için yeterli idi.

O yıllarda, o güne kadar yaşadığım şehir olan New York’tan Utah’a taşındım, Utah ABD’de kendine özgü bir din olan Mormonluk’un merkezi olan eyalet. Ve ben de yerel bir kültür olan Mormonluk’u tanımaya karar verdim. Bunun için onların kutsal kitabı olan Book of Mormon da dahil bir çok kaynağı okudum. O yıl neden Kuran’ı okumuyorum diye düşündüm. Madem Müslüman’ım diyorum, eğer Allah varsa, onun benimle iletişim kurduğu temel kaynak Kuran. Ve sonuçta bu kitap doğrudan onun sözlerinden oluşan bir kaynak, Müslüman olan hiçkimsenin reddedemeyeceği bir kaynak.

Birçok Müslüman Kuran’ı anlamak için, önce belli bir eğitimden geçilmesi gerektiğini söyler. Buna katılmıyorum, tıpkı Marks’ı anlamak için önce tonla kitap okumak gerektiğini söyleyen insanlara katılmadığım gibi. Tonla kitap elbette Marks’ın daha iyi anlaşılmasına vesile olabilir, ancak bir insan Marks’ın en ağır kitabını ilk okuduğunda bile bir şeyler anlar, bir izlenim edinir. Kuran söz konusu olduğunda bu Marks’ın kitaplarından, Kapital’den daha doğru. Sonuçta Müslüman olan bir insan için, Kuran Allah’ın kitabı. Eğer Allah varsa, ben onu sözlerini okurken, o sözleri doğru şekilde anlamama yardımcı olacak, bana rehberlik edecektir. En azından benim inandığım Allah bunu yapacaktır diye düşünüyordum.

Kuran’ı okudum. Yazımın başında bahsettiğim gibi ilk beş suresini. Ve ne yazık ki, ikinci surenin ortasına geldiğimde, tekrar tekrar zihnimde şu sözler belirmeye başladı. “Yanılmışım. Ben haksızmışım. Onlar haklıymış. İslam onların dediği gibiymiş.”

Yazımın başında dediğim gibi, ya inandığım değerleri seçecektim, ya İslam’ı. Ben inandığım değerleri seçtim. Bu yazıdan sonraki yazılarımda hem İslam’ın inandığım değerlerle neden çeliştiğini hem de bu çelişkinin beni zorladığı seçimin benim dine ve Tanrı’ya bakışımı nasıl geliştirdiğini anlatacağım.

No comments:

Post a Comment