İki yıl önceydi sanırım, yazın
Kuran’ı okumaya başlamıştım. AKP iktidara geldiğinden beri aklımda belirmeye
başlayan ve 5 6 yıldır kafamı kurcalayan sorular en sonunda o yaz yanıt buldu.
Hiçbir zaman çok dindar bir insan değildim. Ama lise yıllarından beri muhafazakar
olmayan bir ailede, okulda ve çevrede yetiştiğim halde, ben Müslümanım diyordum
kendime. O yaz bu sona erdi. Kuran’ı okudum. Sadece ilk beş suresini. Ve sadece
bu ilk beş sure ile bile bir tercih yapmam gerekiyordu. Ya hayatım boyunca
inandığım değerlerden vazgeçecektim, ya da içinde olduğumu düşündüğüm dinden.
Ben değerlerimi seçtim. Bu nedenle lise yıllarında nasıl “ben Müslümanım” diyorsam
şimdi de “Ben dinsizim.” diyorum. Korkmadan ve çekinmeden. İngilizce ya da
latince kelimeleri agnostik, ateist gibi kullanmama gerek yok. Evet her dinsiz
aynı değildir, kimisi Tanrıya inanır, kimisi Tanrı’nın var olabileceğini
düşünür. Ancak sonuç olarak Dünya’da mevcud dinlerden birine inanmayan insan
dinsizdir ve ben de onlardan birisiyim.
Bu yazı ve sonrasında yazacağım
iyi tanıdığım halde kendimi bir parçası olarak görmediğim, göremediğim iki
dinden, yani İslam ve Hiristiyanlık’tan. Hiristiyanlık’ın bana neden ters
geldiğini anlatacağım. Bu yazıları neden yazıyorum. Çünkü öncelikle en iyi
ihtimal ile, beni “ahlaken kurtarılması gereken insan olarak gören”, en kötü
durumda bile, kafası kesilen, eğer bir gün bir aile kurarsam, eşimin çocuğumu
kölesi yapmaktan çekinmeyecek insanlardan bıktım. Çok sevdiğim bir tanıdığımın bile bana
“Senin sapık düşüncelerine göre idare edilmeyecek bu ülke” diyebildiği bir
Türkiye var. Bu Türkiye benim için Dünya’nın
öbür ucunda ama aynı zamanda sürekli kafamın içinde. Ve bu ülkede, bir kısmı
kendini Müslüman olarak görse bile, benim değerlerime yakın değerlerime yakın
insanlar, bir takım başka insanlar tarafından ahlaksız, toplumdışı ilan
ediyorlar. Onlara karşı, bu yazıda şunu söylüyorum. Ben dinsizim ve dinsiz
olmamın asıl nedeni, Kuran’ı okuduktan sonra, bu Dünya’yı daha iyi bir yer
yapacağına inandığım değerlerin Kuran ile çelişmesi idi. Kimseyi dininden
döndürmek gibi bir amacım yok. Yazıyı okuyan Müslüman arkadaşlarıma özellikle
söylüyorum, sadece benim yazımdan dolayı inancınızı kaybetmeyin, başka
insanlarla konuşun ve son kararınızı vermeden önce Kuran’ı da mutlaka okuyun. Kimbilir
belki siz benim gördüğüm anladığım anlamlar çıkarırsınız Kuran’dan.
Benim din ile ilgili yolculuğum
ne zaman başladı? Sanırım orta okul yıllarım en önemli yıllardı. 28 Şubat
Süreci denen sürecin yaşandığı yıllardı o yıllar. Kendime solcu diyordum, ancak
henüz kendimi sosyalist ya da komunist görmediğim bir dönemdi. Hiçbir zaman çok
dindar değildim. Ancak beni İslam’a biraz olsun yaklaştıran bir insan varsa o
da lisedeki din öğretmenimdir. Ve belki bazı insanlara tuhaf gelebilir ama onun
beni İslam’a yaklaştırmasının asıl nedeni, Müslüman olmayanlara karşı hoşgörüsü
idi. “Neyi inandığınızı bilerek ateist olun sizi gözünüzden öpeyim.” diyen bir
hoca idi bizim din hocamız. Ve bu hoşgörü tek başına benim onun anlattıklarını
dinlememi sağlıyordu.
Din hocamın beni ikna eden
sözlerinden birisi dinin Dünya üzerindeki rolü üzerine idi. İnsanlar dört
farklı akımdan beslenir diyordu hocam. Bilim, sanat, felsefe ve din. Onun
sözlerini bugün kendi aklımdaki fikirlerle birlikte ifade edersem, din öncelikle,
diğer tüm özelliklerinden önce ve bu özelliklerin ötesinde insanlığın tamamını
ve insanlığın ötesinde tüm canlıları ve cansız Dünya’yı bir araya getiren bir
değerler bütünü. Bizim Dünya’daki geri kalan kendimizi tüm insanlarla ve
canlılarla birlikte bir bütün olarak hissetmemizi sağlıyor, ve o insanlar ve
canlılarla bir arada yaşamamızın kurallarını koyuyor. Bu açıdan ne sanatın ne
felsefenin ne de bilimin yapmadığı bir şeyi yapıyor din. Bugün şunu din hocamın
kesinlikle haklı olduğunu söyleyebilirim. Dinin işlevi konusunda kesinlikle
haklı olduğunu düşünüyorum. Ancak 18. Yüzyıldan itibaren dinin işlevini
devralan yeni bir şeyin ortaya çıktığını düşünüyorum, ideolojiler. Bu konudan
ileride bahsetmek istiyorum. Ancak şimdilik bu konuyu bir yana bırakayım.
Din hocamın sözleri ve 28 Şubatta
üniversite kapılarındaki türbanlı öğrenciler, imam hatip liselerinde okuyan
öğrencilere karşı gazetelerde yazılan yazılar, orta okul ve lise yıllarımda
aklımda fırtına yaratıyordu. Lise yılları zaten insanın aklında kolayca fırtınaların
çıkabileceği yıllardı. Ben de zihnimde çıkan bu fırtına sayesinde adım adım
İslam’a ve hatta İslamcı siyasi harekete yaklaştım.
Hayır o sınır çizgisini geçmedim,
kendimi o hareketin bir parçası olarak görmedim hiçbir zaman. Ama o gün onları
haklı olduğunu düşünüyordum ve bunu dile getirdim. İslamcı hareketin
okullarının kapatılması gerektiği söylendiğinde, okulları kapatmak yerine
çocukları o okullara muhtaç bırakmamak lazım dedim. Başörtüsü takan öğrencilerin
üniversitelere girilmesi yasaklanmalı denildiğinde, hayır asıl o öğrenciler
üniversitelere girmeli, üniversitenin ortamını görmeli tanımalı dedim.
Ama bunun da ötesinde, ilk defa
kendimi Müslüman olarak, hatta inançlı bir Müslüman olarak hissetmek istedim.
Ramazan’da elimden geldiğince oruç tuttum. Bir kere namaz kılmak için camiye
bile gittim, dedemle. Ki bu başlı başına ilginç bir deneyimdi. Ortaokul
çağındaydım, hayatımda ilk defa camiye gidiyordum. Diz kapaklarımı açık bırakan
bir şortla gitmiştim. Ve camidaki adamın bana, böyle namaz kılınmaz dediğini
hatırlıyorum. Sonrasında bunu ne kadar istersem isteyeyim namaz vakti camiye gidemedim
hiçbir zaman. Çünkü korktum. Dedemin herkesi tanıdığı bir camide bir ortaokul
çocuğu olarak terslenmişken, daha büyük bir çocuk olarak hiç tanımadığım bir
camide, bilmeden, camidekilerin büyük tepki göstereceği bir hata yapmaktan
korktum. Yani inandığımı söylediğim, kendimi içinde hissetmeye çalıştığım dinin
ibadethanesine girmekten korkuyordum. Ancak buna rağmen ben Müslüman’ım diyor
ve kendimi Müslüman olarak görmeye çalışıyordum.
Bugün geriye bakınca kendi
kafamın içinde bir İslam yarattığımı daha iyi anlıyorum. Dindar insanların
baskı altında olduğunu görüyordum, ve aklımda bir yan onların yanında olmak istiyordu,
onların yanında olmanın bir yolu da, özellikle bir lise öğrencisi olduğum için,
bir eyleme katılmaktan korktuğum için fiziksel olarak onların yanında
olmayacağımı düşündüğümde, belki de onlar gibi dindar olmaktan geçiyordu. Ve
2002’den başlayarak adım adım, aslında kafamdaki İslam’ın doğru olmadığını,
kendi aklımda beliren sözlerle ifade etmek gerekirse “onların İslam’ının”
gerçek İslam olduğunu anladım.
AKP’nin iktidara geldiği günü
hatırlıyorum. Üniversitedeki ilk yıllarımdı ve hak ettiler demiştim. Diğer tüm
partilerin toplumun asıl sorunlarına duyarsız olduğu bir ortamda. AKP’ye karşı
alternatif bir yol geliştirilemediği ve muhaliflerinin AKPnin varsayımlarla
suçlayarak önünü kesmeye çalıştığı bir ortamda, AKP iktidarı haketmişti.
Ancak AKP iktidar olduğu ilk
andan itibaren görebilen insanlar açısından sorunlu bir dönem başladı. Eğitimli,
orta sınıf için görünürde büyük bir problem yoktu. Ancak yıllar boyunca okumak
isteyen ama parası olmayan gençler, evleri olmayan insanlar, yiyecek yemek bulamayan
ve Ramazan’da çadırların önünde toplanan insanlar. Hepsi AKP için açıkça siyasi
hedefleri için kullanılacak bir araçtı. Bu insanları, siyasi ve ekonomik olarak
güçlendirmek hiçbir zaman hedefi değildi AKP’nin ve bu çok açıktı.
Öte yandan İslam konusunda en
bilgili insanlar olarak önümüze çıkarılan hocalar, ilahiyatçılar, cemaat
önderleri, benim aklımdakinden çok farklı bir İslam’dan bahsediyorlardı.
Kadınların erkeklerden değersiz olduğu, Müslüman olmayan herkesin cehenneme
mahkum edildiği, tasvir edilen cennetin bile benim açımdan hiçbir cazip yanının
olmadığı bir İslam. Bu sorunların her birinden bahsedeceğim. Ancak şu an için
şunu yazabilirim. Dindar insanların artık baskı altında olmadığı bir Türkiye’de
bu sorunlar benim için giderek kaçılması zor bir hal almıştı. İlk başlarda, o
insanlar İslam’ı böyle yorumluyor olabilir, ben İslam’ı farklı yorumluyorum
demiştim. Benim İslamım’da kadın ve erkek eşitti, kadınların kıyafetlerine
Allah karışmıyordu, bir Hiristiyan, Yahudi, Budist ya da bir dinsiz, eğer
insanlara zulmetmiyor, bu Dünya’yı daha iyi bir yer yapmak için çabalıyor
mücadele ediyorsa, Allah o insanların yanında yer alıyordu.
Kafamdaki İslam ile, dindar
insanların İslam’ı arasındaki uçurum açılınca ilk reaksiyonum ben Sünni değilim
demek oldu. Sünnilik yerine İslam’ı daha farklı yorumlayan bana haklı olduğumu
hissetirecek bir mezhep aradım. Alevilik ve Bektaşilik, ilk aklıma gelenlerdi. Bir
yolunu bulsam, beni kabul edecek bir Cemevine gidebilsem belki Alevi olacaktım,
aklımdaki sorular orada bitecekti. Ancak öyle olmadı, okuduğum ve öğrendiğim
kadarı ile Alevi olmak için Alevi doğmak gerekiyordu. Dolayısı ile, hiçbir
mezhebe, cemaate, dindar olan hiçbir Müslüman gruba ait olmadan, olamadan
yaşamaya devam ettim.
ABD’ye geldiğim yıllar, benim
açımdan sorunu bir parça hafifletti. ABD, Müslümanların baskı altında olduğu
bir devletti, ve ironik olarak bu benim göğsümü gere gere Müslümanım dememi
sağlıyordu. Üstelik dindar olmasam da Müslüman bir ülkeden geliyordum bu da
benim bunu söylememi kolaylaştırıyordu. Ancak aklımdaki sorular bir kenara
itilmeyecek kadar ciddi idi. O nedenle ben Müslümanım desem bile, dinim
hakkında daha ayrıntılı bir şekilde konuştuğumda benim İslam anlayışımın Sünni
İslam anlayışından farklı olduğunu, her hangi bir mezhebe kendini ait
hissetmeyen bir Müslüman olduğumu itiraf ediyordum.
Ne yazık ki Türkiye benim bu
hiçbir yere ait olmayan bir Müslüman olarak kalmama bile izin vermedi. 2010’dan
başlayarak adım adım, ama görebilen insanlar açısından net bir şekilde,
Müslüman olmayanların, Sünni olmayanların yaşam biçimi ahlaksızlık ve sapkınlık
olarak görülmeye, gösterilmeye başladı. Yazının başında bahsettiğim tanıdığımın
bana “benim sapık düşüncelerim”den bahsettiği zaman, kendimi hala Müslüman
olarak görüyordum. Ama aynı zamanda sosyalisttim. Ve bu onun beni bu şekilde
görmesi için yeterli idi.
O yıllarda, o güne kadar
yaşadığım şehir olan New York’tan Utah’a taşındım, Utah ABD’de kendine özgü bir
din olan Mormonluk’un merkezi olan eyalet. Ve ben de yerel bir kültür olan
Mormonluk’u tanımaya karar verdim. Bunun için onların kutsal kitabı olan Book
of Mormon da dahil bir çok kaynağı okudum. O yıl neden Kuran’ı okumuyorum diye
düşündüm. Madem Müslüman’ım diyorum, eğer Allah varsa, onun benimle iletişim
kurduğu temel kaynak Kuran. Ve sonuçta bu kitap doğrudan onun sözlerinden oluşan
bir kaynak, Müslüman olan hiçkimsenin reddedemeyeceği bir kaynak.
Birçok Müslüman Kuran’ı anlamak
için, önce belli bir eğitimden geçilmesi gerektiğini söyler. Buna katılmıyorum,
tıpkı Marks’ı anlamak için önce tonla kitap okumak gerektiğini söyleyen
insanlara katılmadığım gibi. Tonla kitap elbette Marks’ın daha iyi
anlaşılmasına vesile olabilir, ancak bir insan Marks’ın en ağır kitabını ilk
okuduğunda bile bir şeyler anlar, bir izlenim edinir. Kuran söz konusu
olduğunda bu Marks’ın kitaplarından, Kapital’den daha doğru. Sonuçta Müslüman
olan bir insan için, Kuran Allah’ın kitabı. Eğer Allah varsa, ben onu sözlerini
okurken, o sözleri doğru şekilde anlamama yardımcı olacak, bana rehberlik
edecektir. En azından benim inandığım Allah bunu yapacaktır diye düşünüyordum.
Kuran’ı okudum. Yazımın başında
bahsettiğim gibi ilk beş suresini. Ve ne yazık ki, ikinci surenin ortasına
geldiğimde, tekrar tekrar zihnimde şu sözler belirmeye başladı. “Yanılmışım.
Ben haksızmışım. Onlar haklıymış. İslam onların dediği gibiymiş.”
Yazımın başında dediğim gibi, ya
inandığım değerleri seçecektim, ya İslam’ı. Ben inandığım değerleri seçtim. Bu
yazıdan sonraki yazılarımda hem İslam’ın inandığım değerlerle neden çeliştiğini
hem de bu çelişkinin beni zorladığı seçimin benim dine ve Tanrı’ya bakışımı
nasıl geliştirdiğini anlatacağım.
No comments:
Post a Comment