Monday, October 27, 2014

Kuran'ın Getirdiği Düzen (Neden Müslüman Değilim 3. Yazı)


Kuran, İslam’ın öğretisinin gerçekten doğru olduğuna dair biraz olsun şüphe duyan bir insanın tüylerini diken diken edebilecek bir kitaptır. Sonuç olarak eğer İslam’ın öğretisi doğru ise bu kitapta yazanlar Allah’ın doğrudan dile getirdiği sözlerdir. Ancak bu kitabın sıra dışılığı bununla sınırlı değildir. Kuran aynı zamanda İslam inancına göre içinde yazan her cümlesi doğru olan bir kitaptır. Örneğin Marks’ın yazdığı Kapital’de kimi cümlelerin, paragrafların hatalı olduğunu savunmak ama yine de Marksist olmak mümkündür. Ancak bir Müslüman için Kuran’ın her satırı doğrudur, doğru olmalıdır.

Kuran’ın en büyük gücü bu mükemmellik iddasıdır. Ancak aynı zamanda bu mükemmellik iddası, onu okuyup, sadece tek bir ayetini bile yanlış bulan, ya da inandığı değerlere ters bulan birinin inancını sarsabilir. Bu durumda, söz konusu kişi inancını yeniden sağlamlaştırması için ya söz konusu ayetin anlamını yanlış anladığını keşfetmesi, ya da inandığı değerlerden vazgeçmesi gereklidir.

Müslüman olmadığımı kesin olarak anladıktan sonra, daha önce Müslüman olup şimdi kendini ateist, agnostik ya da teist olarak gören diğer insanların, inançlarının nasıl sarsıldığını elimden geldiğince öğrenmeye çalıştım. Genellikle Kuran’ı okuyan insanların inancını sarsan üç farklı neden olduğunu söyleyebilirim. İlki Kuran’da var olduğu söylenen çelişkiler, yani Kuran’ın birçok yerinde iki farklı ayetin farklı şeyler ifade ettiğini görmeleri. İkinci neden Kuran’ın içinde yaşadığımız Dünya’da, yani fani olan Dünya’da nasıl yaşamamız gerektiğini ifade eden ayetlerdi. Üçüncüsü ise cennet ve cehennemi, yani ölümden sonraki Dünya’yı anlatan ayetlerdi. İlk neden benim inancımı sarsan nedenlerden biri değildi. Kuran’ı okurken, çelişkili görünen iki ayetin, aslında benim anlamadığım, fark edemediğim bir nedenden dolayı tutarlı olabileceğini düşünüyordum. Ancak Kuran’ın bu Dünya’da nasıl yaşamamız gerektiğini anlatan bölümleri söz konusu olduğunda durum farklı. Sonuçta bu bölümler, Allah’ın hem genel olarak insanlığa, hem de tek tek her bir insana, yani bana da, aracısız olarak, doğrudan, nasıl yaşamız gerektiğini anlatıyor. Kuran’da bir ayeti okuduğumda, o ayet bana net bir şekilde belli bir şekilde yaşamamı söylüyorsa, eğer Müslümansam o ayetin ifade ettiği şekilde yaşamak zorunda olduğumu düşünüyorum. Eğer o ayetin söylediği şekilde yaşamak benim değerlerimle çelişiyorsa ya inancımdan ya da değerlerimden vazgeçmekten başka yol sanırım yok. İlk yazımda da ifade ettiğim gibi ben de bunu yaşadım. Kuran’ın cennet ve cehennem ile ilgili ayetlerini okumadım, ama dolaylı yoldan öğrendiğim İslam inancına göre var olan cennet ve cehennem tasvirleri de, benim inancımı ya da inançsızlığımı güçlendirdi.  

Kuran’da okuduğum ayetlerin içinde benim kafamda şüphe ve soru işareti yaratan birçok ayet oldu. Ancak değerlerim ile Kuran arasındaki ilk büyük çelişkiyi hissettiğim ayet,  Maide Suresi 51 Ayet idi. Buraya aktardığım çeviri Diyanet İşlerinin Çevirisi. Ancak  http://www.kuranmeali.org/5/maide_suresi/51.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx sitesinden ilgili ayetin farklı çevirilerini de bulmak mümkün ve bu çevirileri karşılaştırırsanız hemen hemen hepsinin birbirine benzediğini görebilirsiniz.

Ayet şöyle diyor: “Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.”

 Bu ayet hakkında, bu yazıyı yazmadan önce yeniden düşündüm. Bugün, benim açımdan benim için dine en yakın olan şey inandığım ideoloji, yani sosyalizm. Peki, benim gibi sosyalist olan bir insan bana sosyalist olmayan insanları dost edinmemek gerekli dese ne düşünürüm? Giderek, insanların ayrıştığı, farklı düşünen insanların birbirleri ile iletişimlerinin koptuğu bir ülkede yaşıyoruz, dahası Dünya da aynı noktaya gidiyor. Dolayısı ile, bu sorunun cevabını bulmak için epey düşünmem gerekti. Ancak, sanırım hala iki yıl önce bu ayeti okuduğumda inandığım temel değere inanıyorum. Her ne kadar kafamdaki onlarca ses, düşünce beni o değerden vazgeçirmeye çalışsa da. İnandığım değer iki kelime ile ifade etmek gerekirse uzlaşma kültürü. Ben aynı toplumda birbirinden farklı dinlere, ideolojilere inanan insanların, birbirleri ile tartışarak uzlaşabileceklerini bir noktada buluşabileceklerini düşünüyorum. Herşeyden önce diğer ideoloji ve dinlerden üstün bir din veya ideoloji için, kendini ifade edebileceği bir platform bence bir fırsattır.  Bu platformda o dine ya da ideolojiye inananlar, dinin ya da ideolojinin üstünlüğünü gösterme fırsatına sahiptirler. Ancak insanların ortak bir toplum inşaa edebilmesi için, aynı din ya da ideoloji üzerinde buluşmalarına bence gerek yok. Farklı inançlara sahip insanlar için bile, her birinin kabul edebileceği toplumsal kurallar belirlemek bence mümkün. Yeter ki, söz konusu insanların inançları katı olmasın. Ve bence toplumun tamamı için geçerli olan elbette bir arkadaş ya da dost topluluğu için de geçerli olmalı. Örneğin bence bir insan Dünya görüşü kendisinden çok farklı olan biri ile öyle şeyler yaşayabilir, öyle şeyler paylaşabilir ki, o insan onun en iyi dostu olabilir.

Ancak Maide Suresi 51. Ayet çok açık ve net bir şekilde, bu şekilde davranan Müslümanların İslam’dan çıkacağını söylüyor. Bu ayeti okuyunca açıkçası aklıma, ABD’de Hiristiyan bir çocukla dost olan bir Müslüman çocuk geliyor. O çocuk böyle davranarak dinden çıkmış oluyor. Ya da, Utah’ta tanıdığım başında kippası ile, yani hala içindeki Yahudi inancını koruyarak Filistin için mücadele eden Yahudi Occupy Wall Street eylemcisi. Bu ayet ben eğer onunla dost olursam dinden çıkacağımı söylüyor. Açıkçası, bugün içimdeki bir ses hayır diyor, Allah, eğer varsa, bana böyle bir şey söylemiş olamaz. Tıpkı iki yıl önceki gibi.  

Ancak iki yıl önce bu ayeti okuduktan sonra durmadım, okumaya devam ettim. Ve benim için çok daha ciddi bir çelişki yaratan ikinci bir ayetle karşılaştım. Bu defa çelişki o kadar büyüktü ki, kaçacak hiçbir yerim yoktu. Ya Dünya’ya bakış açımı kökten değiştirecektim, ya da inancımdan vazgeçecektim. Söz konusu ayet, Nisa Suresi 34. Ayet. Yine diyanetin çevirisini yazıyorum. Ancak http://www.kuranmeali.org/4/nisa_suresi/34.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx bağlantısına girerek diğer çevirileri de okumanız mümkün.

Ayet şöyle diyor: “Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”

Ayet, başkaldırmasından endişe ettiğimiz kadınlara önce öğüt verip, sonra yataklarında yalnız bırakıp sonra da dövmemizi söylüyor, elbette benim de içinde bulunduğum erkeklere. Öncelikle şunu yazayım, benim için eğer bir gün evlenirsem, eşim bir yana, çocuğumu bile döversem, tokat bile atarsam, sanırım hayatım boyunca bunun acısını içimde bir yerde hissederim. Hayatım boyunca, dayak yiyen bir çocuk gördüğümde veya duyduğumda, söz konusu çocuk her ne yapmış olursa olsun, sanki dayak yiyiyormuş gibi hissettim. Bugün Dünya’da ve Türkiye’de benimle farklı düşünen pek çok insan olduğunu biliyorum. Ama bence bir insanın çocuğu söz konusu olduğunda bile, onunla yaşadığı problemi, şiddete başvurmadan çözmesi gerekir. Annesi ya da babasından şiddet gören bir çocuk, bunun acısını hayatı boyunca hep bir yerlerde taşır, annelerin ve babaların çocukları dövmelerinin normal karşılandığı toplumlarda bile.

Bir insanın eşi, kendi cinsiyetim adına konuşursam, bir erkeğin karısı söz konusu olduğunda ise durum çok daha ciddi. Evlenir miyim bilmiyorum. Ancak eğer bir gün evlenirsem, bunu eşimle ortak bir hayat kurmak için yapacağım. Ve ortak hayat herşeyden önce, birbirimizin bakış açısına, değerlerine, kararlarına ve eylemlerine saygı duymak ile mümkün. Bir insanın eşi, kendisi ile çelişen bir söz söylerse veya bir eylem yaparsa, bence yapılması gereken, eşi ile oturup konuşmak, eşine yaptığı şeyin neden kendisini anlattığını ifade etmek ve ortak bir noktada buluşmaya çalışmaktır. Ortak bir noktada buluşulamıyorsa, yapılmasın gereken ayrılmaktır. Eşine, yaptığı bir eylemden dolayı, o eylem ne olursa olsun tokat atmak benim için zaten evliliği bitirir.

Bu ayeti okuduktan Kuran’ı okumaya devam etmedim. Gerçeği kabul etmem birkaç dakika aldı. Ama gerçek reddedilemez bir şekilde önümdeydi. Ya bir erkeğin kendisine başkaldıran eşini dövmesinin erkeğin sahip olduğu bir hak olduğunu kabul edecektim, ya da Müslüman olmadığımı. Benim açımdan cevap açıktı. Ben Müslüman değildim. Hatta muhtemelen hiçbir zaman olmamıştım.  

Wednesday, October 15, 2014

Türkiye’deki Kobani Fırtınasının Ardından


Yazılması çok zor bir konu bu konu. Üstelik de üzerinde defalarca yazıldığına birçok şey söyledindiğine eminim. Ancak geçen hafta ülkemizde yaşananlar hakkında sanırım herkes söyleyeceğini söylemeli, bazen tekrarlar yaşanma ihtimali olsa da. Söylemeli ki, doğruları ve yanlışları olabildiğince net görebilelim.

Öncelikle fırtınaya yol açan olay ile başlayalım. Kobani’de süregelen savaş. Herşeyden önce sınırımızın dibinde meydana gelen savaşa karşı hükümeti protesto eden şiddete başvurmayan eylemlerin meşru ve haklı olduğunu düşünüyorum. Kobani kendisinden farklı insanları öldürmekten çekinmeyen, hatta o insanları öldürmeyi, köle edinmeyi bir tür dini görev olarak gören IŞİD saldırısı altında. IŞİD ciddi bir silah üstünlüğüne sahip ve şehri bu kadar zorlamalarını sağlayan da bu üstünlük. Bu silahları nasıl elde ettikleri hakkında bizim ülkemize de  dayanan şaibeler var ama bunu geçelim.

Öncelikle bu savaş bizim meselemiz mi diye sorulabilir. Ben bir sosyalistim ve benim için “biz” tüm insanlık, Dünya’daki herşeyi de kendi meselem olarak görüyorum. Ancak bu yazı için “biz”i sadece Türkiye’de yaşayan insanlar olarak düşünelim. Evet bizim umurumuzda olan insanlar sadece Türkiye’de yaşayan insanlar olsa bile, IŞİD yine de bizim meselemiz. Öncelikle bu örgüt, IŞİD sadece belli bir bölge ile sınırlı amaçlara sahip bir örgüt değil. Örneğin, amaçları sadece İrlanda ile sınırlı bir IRA, sadece Bask bölgesi ile sınırlı bir ETA gibi değil IŞİD. Kurmak istediği rejimi tüm Dünya’ya yaymak istiyor. Evet belki IŞİD günün birinde ABD’ye ya da Japonya’ya da savunduğu rejimi yaymak istediği için ABD’de ya da Japonya’ya da yaşayan bir insanın çok fazla endişelenmesine gerek yok. Ancak Türkiye söz konusu olduğunda durum farklı. Ülkemizde IŞİD’e sempati duyan çok ciddi sayıda insanın olduğu söyleniyor. Ülkemizin başbakanı yakın zamana kadar IŞİD’e “öfkeli bir gençler topluluğu” dediğini de unutmamak lazım. Dolayısı ile IŞİD’in bakış açısı ülkemize zaten kısmen girmiş durumda, hükümete yakınlığı ile bilinen kimi gazetelerin, akademisyenlerin, hatta kimi bürokratların bile bu bakış açısından çok çok uzak olmadığını düşünüyorum. Ve bu bakış açısının daha da güçlenmesi oldukça olası. Yeniden hatırlatayım, IŞİD’in bakış açısı Sünni Müslüman olmayan herkesin, köleleştirilmesini, öldürülmesini sadece kabul edilebilir bulmakla kalmıyor, bunu adeta dini bir görev olarak görüyor. Dolayısı ile, Sünni Müslüman olmayan herkesin ve bu anlayışa karşı Sünni Müslümanların bu örgütle er geç karşı karşıya kalacağını düşünüyorum. Dolayısı ile Kobani’deki savaş evet Türkiye’de yaşayan insanları çok hem de çok ilgilendiriyor.

Peki ya Kobani’de savaşan öbür taraf, yani Kürt Hareketi hakkında ne diyebiliriz? Kürt Hareketi’ni hakkını vererek analiz etmek bu yazıda yapılması çok zor bir şey. Sadece şunu söyleyebilirim. Kürt Hareketi’nin amaçları ve yöntemleri hakkında söylenecek çok şey var. Bu amaçlar ve yöntemleri onaylamamak, hatta bu amaç ve yöntemlere karşı mücadele etmek bile mümkündür. Ancak bu hareket hiçbir zaman, IŞİD kadar korkunç yöntemler ve amaçlar benimsememiştir. Defalarca gördük ki, bu hareketle konuşmak tartışmak, belli noktalarda buluşmak mümkündür. Dolayısı ile IŞİD ve Kürt Hareketi arasındaki mücadelede kesinlikle IŞİD’e karşı ve Kürt Hareketinin yanında olmak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’deki sosyalistler ve solcular olarak en azından.

HDP’nin İnsanları Sokağa Çıkmaya Davet Etmesi Doğru muydu? Sonuna kadar doğruydu. Hükümetin üzerinde IŞİD’e karşı daha somut bir tavır geliştirmek için bir baskı oluşturmak gerekiyordu. Bunun içinde insanların herşeyi göze alıp sokağa çıkması hükümeti protesto etmesi, eylem yapması zorunluydu. HDP insanları sokağa çıkmaya davet ettiğinde, Gezi’de öne çıkmış birçok parti ve örgüt de tam da bu nedenle bu eyleme destek verdi.

Peki yakıp yıkmalar hakkında ne diyebiliriz? Yakıp yıkmalar söz konusu olduğunda ilk aklıma gelen Feguson. Orada da yakıp yıkan birçok insan olmuştu, ve ABD Ferguson eylemcilerin tamamını bu yakıp yıkanlar ile bir tutmuştu. Bu tür yakıp yıkma vakaları söz konusu olduğunda iki farklı değerlendirme yapmak mümkün. Devletin ve sistemin olaylara yaklaşımı ile ilgili ve bizlerin, muhaliflerin yapması gereken ile ilgili iki farklı değerlendirme. Öncelikle devletin bu yakıp yıkmalara yaklaşımı gerçekten insanın içini acıtan bir yaklaşım. Soma’da ölen işçiler için olur böyle şeyler denirken, yakılan otobüsler ve bankamatikleri bu ülkenin en önemli meselesi haline getirilmesini kesinlikle kendime çok uzak buluyorum. Tıpkı Ferguson’da siyah bir genci öldüren polisi, polis olmanın ne kadar zor olduğunu, polisleri de anlamak gerektiğini, o stres altında hatalar yapılabileceğini söyleyerek savunurken, eylemcilerin bir bölümünün marketleri yağmalamasını hayati bir mesele olarak gören ABD’deki sistemi de samimi bulmadığım gibi. Kaldı ki, yanılıyor olabilirim ama bildiğim kadarı ile en azından batıda eylemlerin önemli bölümü barışçıl iken, polis eylemlere müdahale etti. Bu durumda, şiddeti başlatan tarafın eylemciler olmadığını belirtmek lazım. Ancak bizim adımıza muhalifler adına şunu söyleyebiliriz. Kendimizi savunmak için zorunlu olmadığı sürece şiddete başvurmak, hele o şiddet yakıp yıkma, etraftaki herkese zarar veren rastgele bir öfkeye dönüştüğünde bizi amaçlarımızdan uzaklaştırır.

Ülkelerini “güzel ve güneşli günler”e hedefleyen sol hareketleri aynı ülkeleri karanlığa sürüklenişinin arıcı haline getirebilecek kadar tehlikeli bir araçtır böyle bir öfke. Bizler için şiddet en son noktada başvuracak araç olmalı. Gezide de söylediğimiz gibi saldırmamalıyız, direnmeliyiz, direnmenin ötesine geçen her türlü methodu reddetmeliyiz. Çünkü direnmenin ötesine geçen her tür method bizleri karşı olduğumuz sistem ile aynı noktaya taşıyacaktır.

Solun ve sosyalistlerin Kürt Hareketi’nin eylemlerini desteklemeleri doğru bir karardı. Kişisel düşünceme göre, bizler bu eylemler şiddete, başvurduğu sürece, bu şiddet doğrudan suçsuz insanlara yönelmedikçe bu harekete desteğimizi çekmemeliydik. Ancak olabildiğince bu eylemlerin savunma amaçlı olmayan her türlü şiddetten arınması için çabalamamız gerekiyordu. Sol hareketlerin bunu ne kadar başardı? Bilmiyorum.

Eylemlerdeki ölümler konusunda ne diyebiliriz? Eylemlerin kesinlikle en korkunç yanıdır. Bu ölümler konusunda herkes kendini sorgulamalıdır diye düşünüyorum. Hiçbir zaman yapmayacağına inansam da devlet ve AKP, biz sosyalistler ve solcular, ulusalcılar, Kürt Hareketi, herkes, acaba  bu ölümlerden ne kadar sorumluyuz, yapacağımız her hangi bir şey bu ölümleri engelleyebilir ya da azaltabilir miydi diye düşünmelidir. Ayrıca meşru müdafa sayılmayacak her ölüm vakasından sorumlu olanların cezalandırılması için elimizden geleni yapmalı, suçluların bulunması ve yargılanması gerektiğini elimde olan her yolla söylemeli ve savunmalıyız.

Eylemler hakkında söylenecek son söz nedir? Eylemler bizim birçok şey gösterdi. Öncelikle, hükümetin her hangi bir muhalif kesime nasıl hızla, hiç beklenmedik bir anda yaklaşabiliyorsa, öyle hızla beklenmeden uzaklaşabildiğini gördük. Bu hükümete ve AKP’ye doğrudan bağlı her kurum, her yapı, her kesimin dikkate alması gereken bir durumdur.

Ülkemizde, ortak noktalarda buluşabilecek muhalif hareketlerin ne yazık ki, diyalog eksikliği, tarafların en azından ilan ettikleri amaç ve bakış açıları ile uyuşmayan eylemler yüzünden hızla birbirinden ayrılabildiğini gördük.

Eylemlerdeki şiddetin, hükümet tarafından eylemlerin haklılığını gölgelemek için ne kadar etkili bir şekilde kullanılabildiğini bir kere daha gördük, söz konusu şiddet hükümetin barışçıl eylemlere müdahalesi sonucu ortaya çıkmış olsa bile.

Ve tüm bunların ötesinde ölümler kaldı geriye. Ne yapsak silemeyeceğimiz bir ağırlık olarak. Hükümetimiz bu ağırlığı hisseder mi bilmiyorum, ama biz solcular ve sosyalistler hissetmeliyiz.

Tüm bunları değerlendirmeli, ve ülkemiz giderek daha da artan bir gerilim altında, belirsiz bir geleceğe sürüklenirken, bu ülkenin “güzel ve güneşli günler”e ulaşması için neler yapabileceğimizi düşünmeliyiz. Ülkemizde solun ve sosyalizmin giderek daha fazla güçlendiğini düşünüyorum. Bu artan güç hem bize belki 1970lerden beri hiç elimizde olmayan fırsatlar sunuyor, hem de ülkemizde olan ve olacak olaylarla ilgili sorumluluğumuzu arttırıyor.

Sunday, October 5, 2014

AKP’nin Propaganda Makinası ve Muhalefetin Elindeki Seçenekler


Bir siyasetçinin elindeki medya gücünü nasıl kullanabileceğini bana en iyi gösteren insan Cem Uzan’dı. ODTÜ’deki ilk yılımdı sanırım, ve hazırlıktaki birkaç arkadaşımla üniversite içinde dolaştıktan sonra benim kaldığım yurdun önüne gelmiştik. Yurdun kantinine girdiğimizde içerisinin tıklım tıklım olduğunu gördük. Yüzün üstünde, belki 200 civarında insan vardı içeride, ve hepsi Cem Uzan’ı dinliyordu. Bilmeyen arkadaşlar için yazayım, ODTÜ sol siyasi hareketlerin ön planda olduğu ve sağ siyasi hareketlerin pek tutunamadığı bir üniversiteydi. Aşağı yukarı tüm tarihi boyunca böyle olmuş bir üniversite idi ve böyle de kaldı. Dolayısı ile onca öğrencinin hem de bir yurt kantininde Cem Uzan’ı dinlemesi çok sıra dışı idi. Ancak sonra bunun nedenini öğrendik. Cem Uzan’ın televizyon kanalı, Türkiye Milli Takımının maçlarından birini veriyordu, ve kanal Cem Uzan konuşmasını devre arasında yayınlamıştı.

Medya gücü, çoğunlukla siyasi hareketlerin ve sistemin elindeki önemli silahlardan birisidir. Siyasi hareketler medya gücünü kullandıklarında, kendileri açısından önemli haberleri öne çıkarırlar ve kendi eylemlerinin, çözüm önerilerinin, başarılarının duyulmasını sağlarlar. Eğer her hangi bir siyasi hareket tüm medyayı kontrol ediyorsa bundan fazlasını da yapabilir. Duyulmasını istemediği haberlerin yayınlanmasını engeleyebilir, hoşuna gitmeyen siyasetçilere, ideolojilere, kurumlara ve hatta etnik grup ve devletlere karşı karalama kampanyaları başlatabilir. Hatta bu medya gücü ustaca kullanıldığında, toplumun geçmişteki olaylara ilişkin algısını değiştirmek, mesela daha önce kahraman olarak gördüğü bir insana karşı bakışının değiştirmek, geçmişte ülkesi için büyük bir zafer olarak gördüğü bir olayı hezimet olarak göstermek, hatta toplumun değerlerini değiştirmek mümkündür. Sonuç olarak bir siyasi hareket medyanın tamamını kontrol ettiğinde medya o hareketin propaganda aygıtına dönüşür.

Medya, siyasi her hangi bir örgütün doğrudan kontrol edemediği zamanlarda bile, sistemin bütününe hizmet edebilen bir makinadır. Sonuçta her hangi bir ülkede, o ülkenin güçlü insanlarının, güçlü kurumların tamamını karşısına alan bir medya kuruluşunun ayakta kalması çok zordur. O nedenle o ülkenin en güçlü insanlarının ve kurumlarının çıkarları, belli haberlerin yayınlanmamasını, kimi insanlar ya da gruplarla ilgili karalama kampanyaları başlatılmasını gerekiyorsa, hatta toplumun  değerlerinin değişmesini gerektiriyorsa, o ülkedeki medya kuruluşlarının büyük bölümü, hatta bazen tamamı, bu  ortak çıkarların gerektirdiğini yerine getirecektir. Türkiye’de de AKP iktidarından çok önce bile medyanın bu tarz, sistemin ortak çıkarını gerektiren durumlarda, benzer manşetler atması, hep birlikte toplumun bir konuda algısını değiştirmeye çalışması zaman zaman gördüğümüz bir durumdur. Dolayısı ile evet Türkiye’de en azından ben kendimi bildim bileli medya her zaman sistemin konrolündeydi. Ama sistemin tepesindeki tek bir insanın, ya da tek bir kurumun değil, sistemin tamamının kontrolündeydi, ve siyasi ve ekonomik sistemin en tepesindeki insanların tamamının çıkarları belli bir noktada buluştuğunda o çıkarlar medyayı yönlendiriyordu.

AKP ilk yıllarından itibaren medyayı kendi amaçları için kullanmayı çok iyi bir şekilde başaran bir parti idi. İlk yıllarında bu başarısı, genelde işadamlarından, Gülen Cemaati’ne, liberallerden kimi solcu aydınlara kadar çok sayıda Türkiye’de etki sahibi insanı ve kurumu AKP’nin çıkarları ile kendi çıkarlarının örtüştüğüne inandırması idi. Dolayısı ile sisteme hizmet eden medya kuruluşları aynı anda AKP’ye de hizmet etmeye başladı. Burada sisteme hizmet eden medyanın bir özelliğinden daha bahsetmek lazım. Söz konusu medyanın en önemli özelliklerinden birisi, çok farklı bakış açılarına sahip olan kimi yazarları içinde barındırabilmesidir. Liberal, İslamcı, milliyetçi, muhafazakar, İslamcı (ya da ABD’de kiliseci), ya da siyahların veya hispaniklerin  haklarını savunan, ya da Kürt hareketinin parçası, ya da feminist birçok farklı yazar sisteme hizmet eden medyada belli bir sınırı aşmadıkça söz hakkına sahip olabilirler. Kendi bakış açılarını dile getirirler, kendilerince önemli kimi olayları gündeme taşıyabilirler. Bu özellikle radikal görüşlere sahip kimi yazalar için çok önemli bir fırsat gibi görünür. Ancak bunun bir bedeli vardır. Hangi görüşe sahip olursa olsun, hiçbir yazar, sistemle çok ciddi şekilde çelişen görüşler dile getiremez. Sistemin önemli güç odaklarının hepsinin çıkarı bir noktada buluştuğunda, ve bu ortak çıkar gazetelerin ortak manşet atmasını, kanalların aynı haberi öne çıkarmasını gerekiyorsa, ve bu farklı görüşlere sahip yazarlar, söz konusu haber ve manşet kendi bakış açıları ile çelişiyorsa bile, ya sessiz kalmak zorundadırlar, ya da çok çok cılız bir sesle, söz konusu manşetleri ve haberleri eleştirmek zorundadır. Bunu yapmayı başaramayan yazarlar çok satan gazete ve televizyonlardan kovulurlar. Eğer yapabiliyorlarsa, bu farklı görüşlere sahip yazarlardan beklenen, sistemin ortak çıkarlarını savunan haberlere ve manşetlere destek vermektir. İster kendine sostalist desin, ister liberal, ister İslamcı, her yazar, böyle anlarda vereceği desteğin kendini öne çıkaracağını bilir. Normal zamanalrda söz konusu manşetler ve haberler, adeta bir milli refleks olarak göründüğünden, bu haberlere veya manşetlere destek vermek bir tür “yandaş”lık olarak görülmez. Ve bu kampanyaya destek vermenin kendisine getireceği gücü fark eden bir yazar, kendi  kendini, söz konusu kampanyaya destek vermenin, kendi bakış açısı ile çelişmediğine inandırabilir. Sonuç olarak aynı anda, birbirinden farklı görüşte bir çok insan söz konusu kampanyanın içinde yer alır, ve bu kampanyanın gücünü çok arttırır.

AKP’nin ilk dönemlerinde bu tür kampanyalara defalarca şahit olduk. Ulusalcıları bir yana bırakabiliriz, zaten ulusalcı yazarlar, giderek yer aldıkları gazetelerin, kanalların patronları ile çelişip, bir bir görevlerinden ayrılmak zorunda kaldılar, zamanla diğer görüşteki yazarlar onları izledi, ancak onlar bu durumla karşılaşan ilk yazarlardı. Ama İslamcı olarak bilinen, sosyalist olarak bilinen, sosyal demokrat olarak bilinen, liberal olarak bilinen yazarların her birinin kritik anlarda AKP’ye destek vermesi AKP için paha biçilmezdi. Ve bunu sağlayan büyük ölçüde, AKP’nin kendi çıkarlarının sistemin çıkarları ile örtüştüğüne sistemin güçlü insanlarının ve kurumlarının önemli bölümünü ikna etmesi idi. Elbette ordu ve ulusalcı olarak bilinen kurumlar bunun dışında tutulabilir.  Ancak bunun dışındaki birçok kurum, örgüt, insan bu konuda ikna edilebildi.

AKP bu gücünü büyük ölçüde korudu, sonra, 2010 referandumu sonrasında, yavaş yavaş, farklı kurumların, örgütlerin ve insanların desteğini bir bir kaybetti. 2013 Aralığından sonra kendisine destek veren son bağımsız kurum sayılabilecek Gülen Cemaati ile birlikte, artık AKP’ye destek veren kurumların tamamının bu parti ile organik bağı olan, şu ya da bu düzeyde partinin kontrolündeki kurumlar olduğunu söyleyebiliriz.

AKP’nin bir yandan sistemin kendisine bağımsız kurumları ve güçleri ile arası bir bir bozulurken, bir yandan bu parti olabildiğince kurumu doğrudan kendine bağlamaya çalıştı. Ve kendine kısmen ya da tamamen bağlamaya çalıştığı kurumların arasında medya da vardı. Gazeteler ve televizyonlar söz konusu olduğunda bu konuda büyük ölçüde başarılı oldu. Bugün, AKP’ye “aşırı muhalif” sesin çıkabileceği güçlü bir televizyon kanalı yok diyebiliriz, belki henüz medya kuruluşları ayakta olan cemaatin televizyon kanalını saymazsak. AKP’ye biraz olsun eleştirel yaklaşan insanların konuşabileceği, hatta AKP’nin işine gelmeyen haberleri gündeme taşıyabilecek kanal sayısı ise çok azdır. Öyle ki, Gezi Olayları’nda Türkiye açık ara ile 12 Eylül sonrasının en büyük olaylarını yaşarken, henüz cemaatin de AKP ile arası iyi olduğu için, biz o güne kadar önemsiz bir kanal olan Halk TV’den takip etmek zorunda kaldık olayları. Gazetelerin içinde, sadece kar amacı gütmeyen, ve belli bir ideolojiyi temsil etme iddası olanlar hala muhalif bir çizgi yürütebiliyor. Hem gazete hem de televizyonların, her hangi bir parti görevlisi, ya da bürokrat bir yana, kimi zaman bizzat, şimdiki Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, ve birkaç ay öncesinin başbakanı tarafından denetlendiğini biliyoruz.

Böylesine, doğrudan merkezi siyasi otoriteye bağlı, ve neredeyse her adımı doğrudan ya da dolaylı  bir medya gücünün, AKP’nin ilk yıllarında sahip olduğu medya gücünden önemli bir farkı var. AKP’nin ilk yıllarında, birbirinden bağımsız görünen birçok yazar, ve tarafsız gibi görünen birçok medya kuruluşu kritik dönemeçlerde hükümeti destekliyordu ve bu adeta, hükümetin siyasi görüşü ve toplumsal konumu ne olursa olsun kimsenin (belki ulusalcılar dışında kimsenin) reddemeyeceği kadar iyi işler yarattığı izlenimi yaratıyordu. Bu medya kuruluşlarını takip eden insanlar birbirinden bağımsız birçok gazetenin, televizyonun ve birbirlerinden farklı düşünen yazarın hükümeti destekleme konusunda buluştuğu izlenimine kapılıyordu.

Oysa şimdi, AKP’yi desteklemenin kendisi bir tür siyasi pozisyon haline geldi. Ve birçok kritik dönemeçte AKP’yi destekleyen yazarlar, siyasi olarak kendilerini AKP’nin yanında konumlandırmış yazarlar. Medyanın AKP’nin kontrolü altında olduğunu toplumun önemli bölümü kabul ediyor. AKP de zaten bunu reddetmiyor. Dolayısı ile AKP kendisine verilen desteğin, doğal bir destek olduğuna, insanların ve basın kuruluşlarının hiçbir baskı altında kalmadan verilen bir destek olduğuna insanları inandırma gücünü kaybetti.

Bu önemli bir kayıp, ama AKP bu kaybın karşılığında bir şey kazandı. Örneğin, cumhurbakanı her hangi bir yerde kamera karşısında çıktığında, televizyon kanallarının önemli bir bölümü onu yayınlıyor. Her hangi bir televizyon kanalında, 30 ya da 40 ulusal kanalın yarısında saatlerce kendisini izlemek zorunda kalmak mümkün. Cumhurbaşkanının kendisi bizzat çıkamadığı zaman, onun bakanları, bürokratları, doğrudan AKP’nin yanında konumlanmış yazar ve yorumcular bu kanallarda ve gazetelerde, AKP’nin bakış açısını ve kampanyalarını gündeme taşıyorlar. Bu AKP’ye öncelikle gündemi belirleme konusunda büyük bir güç veriyor. İkincisi toplumun değerlerini, izlenimlerini ve algısını değiştirme gücüne sahip AKP. Her ne kadar herkes televizyon ve gazetelerin önemli bölümünün AKP etkisinde olduğunu bilse de, her televizyondan ve gazetelerin büyük bölümünden aynı şeyi duymak, ister istemez insanların bir şeylere inanmasını sağlayabiliyor. Burada AKP’nin  yanında doğrudan konumlanmış bir takım önemli yazar ve yorumcuların, öncelikle AKP karşıtlarını hedef aldıklarını belirtmeliyiz. Engin Ardıç, Yiğit Bulut, Rasim Ozan Kütahyalı’nın bu isimlerin arasında olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu yazarlar, öncelikle AKP muhaliflerine, AKP’nin muazzam ve yıkılmaz bir güce sahip olduğunu, AKP’ye karşı çıkma şansı olan tüm partilerin, hareketlerin ve hatta tek tek insanların ne kadar beceriksiz ve güvenilmez olduğunu ve AKP’nin iktidardan düşmesi için gösterilen çabanın anlamsız ve boşa olduğunu söylüyor ve onları buna inandırmaya çalışıyorlar. Böylesi bir gücün, 30lu, ya da 50li yıllarda, hatta belki 80lerde, hızla önemli bölümü AKPli, kalan küçük AKP muhalifi de umutsuz ve köşesine çekilmiş bir Türkiye yaratacağı şüphesiz. Ancak 2010larda herşey AKP’nin istediği gibi gitmiyor. Ve bunun en önemli nedeni de, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının her gün biraz daha zararlı bir şey olduğunu düşündüğünü söylediği internet.

Zira, böylesine doğallıktan uzak, böylesine belli bir kuruma ve hatta kişiye doğrudan hizmet ettiği belli olan propaganda mekanizmasının mutlak başarısı, olabildiğince, muhalif sesleri susturması ile mümkün. Zamanında diktatörlükle yönetilen bir ülkenin propaganda bakanının dediği gibi, her ne kadar inandırıcılığı sınırlı olsa da insanların duyduğu tek ses haline gelen bir propaganda makinesi, her gün insanın kafasına bir çivinin küçük bölümünü çakar. İnsan ne kadar saçma bulsa da her gün zihni küçük de olsa bir parça daha bu propaganda makinasının söylediklerine inanır. Öyle bir zaman gelir ki, çivinin tamamı insanın kafasına çakılmış olur, insan tamamen o makinanın sahibinin istediği gibi düşünür ve bunu fark etmez bile. Ancak eğer söz konusu ülkede, o makinanın kontrolünde olmayan, o çakılan çiviyi çıkarmaya uğraşan, kısmen de olsa etkili kimi iletişim araçları, medya kuruluşları varsa, o çiviyi çakma işi çok daha uzun ve zorlu bir iş haline gelir.

Ve 2010’dan başlayarak bir yandan medya giderek doğrudan AKP’ye bağlı bir makinaya dönüşürken, bir yandan internet bir bütün halinde, tam da bu propaganda aygıtını aksine çalışan bir güç haline geldi. Kendini AKP’nin muhalifi olarak gören insanların o güne kadar tarafsız olduğunu düşündükleri medya kuruluşları bir bir açıkça ve reddedilemez bir şekilde muhalif oldukları AKP’nin sesi haline geldikçe, internetteki, kimi o güne kadar sınırlı etkiye sahip, ideolojik haber portalları, tartışma ve fikir platformları, hatta zamanla ekşisözlük gibi bambaşka bir işleve sahip internet siteleri, ve zamanla facebook, twitter ve youtube gibi siteler bile, söz konusu için haber kaynakları ve kendi görüşlerini ifade edip, kendileri ile benzer insanların görüşlerini duyabilecekleri alanlara dönüştü. Dolayısı ile internet, kimi zaman AKP’nin duyulmasını hiç istemediği bir haberin duyulmasına neden oldu, öyle ki, AKP’nin kontrolündeki televizyon ve gazeteler bile bu haberi en azından bir idda olarak yanınlamak zorunda kaldı, bazen de AKP’nin duyulmasını istemediği, sesler, fikirler, bakış açıları internet sayesinde hiç umulmadık sayıda insana ulaştı. Öyle ki AKPli yazarlar, bürokratlar, bakanlar ve milletvekilleri ve hatta kimi zaman bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının bizzat kendisi internette dile getirilenleri muhattap almak zorunda kaldı.

İnternetin bize, AKP muhaliflerine sağladığı güç kesinlikle çok değerli, bizim söz konusu partinin propaganda aygıtına karşı mücadele ederken kullanabileceğimiz çok önemli bir araç internet. Ancak internetin bu gücü AKP’nin medya gücünün anlamsız ve etkisiz hale geldiğini göstermiyor. Herşeyden önce Türkiye’de insanların önemli bölümü, AKP muhaliflerinin de önemli bölümü hale televizyon izliyor, her gün evine gazete alıp okuyor. Dolayısı ile internetten alternatif bakış açılarını ve haberleri görebilse de yine de hükümetin onların duymasını istediği sesleri defalarca duyuyor, görmesini istedikleri manşetleri tekrar tekrar görüyor. Dolayısı ile makine çalışıyor, ve Türkiye’deki insanların önemli bölümü bundan kaçamıyor. Ve her gün belli bir partinin dile getirdiği görüşü tekrar tekrar duyan insanların bu görüşün etki altında kalması, hatta kimi zaman bildiklerini bile unutması kaçınılmaz.

Böylesi bir propaganda gücünün etkisi konusundaki en çarpıcı örneklerden birisini ABD’de IWW adındaki sendikanın verdiği bir eğitimde dinlemiştim. İşgücü ve işçiler, benim bir ekonomist olarak öncelikli ilgi alanım, dolayısı ile sendikalar da ilgilendiğim bu alanın parçası, ve bu eğitimden sendikacılık hakkında pratik bilgiler edinerek ayrılmayı umuyordum, öyle de oldu. Eğitimde dile getirdikleri önemli uyarılardan birisi, patronların işçi kitlesinin önünde konuşup onları sendikaya katılmama konusunda ikna etmeye çalıştığı katılımı zorunlu toplantılar hakkındaydı. Sendikacılar, bu konumda kalan dinleyici kitlelerine ele geçirilmiş dinleyici kitlesi diyorlardı. Ve her ne kadar AKP’nin propaganda makinesi ile kıyaslandığında sınırlı bir etkiye sahip de olsa, bu ele geçirilmiş kitleye yapılan konuşmanın etkisini asla küçümsemeyin diyorlardı. Patron bir kere kitleyi ele geçirdiğinde, onun korkularını, umutlarını, şüphelerini bildiği sürece, onu istediği şekilde yönlendirecek güce sahip olurdu, ve kitle en azından bir süre için patronun inanmasını istediği şeye inanırdı, IWW yöneticileri defalarca, bu konuşmaların sendikalarına konuşma öncesinde verilen 90%lara varan desteği 10%lara kadar düşürdüğünü söylemişlerdi. Ele geçirilmiş bir dinleyici kitlesi tekrar tekrar aynı şeyi dinlemek zorunda olduğunda, karşı hiçbir görüşü duyma şansı olmadığında, bu kitlenin onu ele geçiren kişinin istediği gibi düşünmesini engellemenin tek yolu o kitleyi hazırlamaktır. Dolayısı ile ele geçirilmiş bir dinleyici kitlesinin içinde kalmamız kaçınılmazsa, söz konusu konuşmayı dinleyenler ve dinleyecekler olarak hem kendimizi hem de birbirlerimizi bu konuşmaya hazırlamalıyız.

 Bugün de Türkiye’deki insanların tamamı dev bir ele geçirilmiş dinleyici kitlesi gibi, dolayısı ile, defalarca duyduğumuz ve okuduğumuz kelimeleri dile getirenlerin istediği düşünmemek, korkmamak, ümitsizliğe kapılmamak, karşımızda yenilmez bir adamın, partinin olduğu düşüncesine kapılmamak için her birimiz hem kendimizi hem de etrafımızdakileri olabildiğince bu konuşmalara, yazılara, makalelere hazırlamalıyız. Yazımın geri kalanında bu konuda neler yapabileceğimize ilişkin tavsiyelerimi yazacağım.

1)      Her birimiz, gücümüz, zamanımız ve kişisel, ailevi sorumluluklarımız el verdiğince, bir haber ağının parçası haline gelmeliyiz. Her gün, internette güvenilir bulduğumuz haber kaynaklarını takip edip, bir tane bile olsa, önemli olduğunu düşündüğümüz ve geri planda kalan bir haberi paylaşmak bile tüm gazetelerden, televizyonlardan ve internetten bağımsız, doğrudan tek tek insanların değer yargılarına göre önemli olan haberlerin öne çıkıp diğerlerinin arka planda kaldığı bir ağın oluşmasına katkı sağlamak demektir.

2)      Her birimiz, en güvendiğimiz haber kaynaklarına bile şüphe ile yaklaşmalıyız. Kendi yaşamımız ve uzmanlık alanımızın yardımı ile söz konusu haberlerin ne kadar doğru ya da yanlış olabileceğini elbette yine zamanımız, ve gücümüz el verdiğince sorgulamalıyız. Örneğin bir makine mühendisliği, İstanbul ile ilgili bir haberin teknik detaylarının doğruluğunu sorgulayabilir, ve haberin içince söz konusu teknik bilgiye sahip bir insanın görebileceği bir çelişki varsa bu konuda etrafındakileri bilgilendirebilir. Benzer bir şekilde bir maden işçisi, madenlerdeki çalışma koşullarını yanlış yansıtan, köyde yaşayan bir insan hayvancılık ve tarımla ilgili yanlış bilgiler içeren haberler söz konusu olduğunda, ya da her hangi bir haber, kendi bilgi ve uzmanlıkları ile ilgili konularda soru işareti uyandırdığında, etrafındaki insanları bilgilendirebilir.

3)      Hemen her konuda, en bilinen, en belirgin görünen gerçekleri bile tekrar tekrar insanlara hatırlatmalıyız. Unutmamalıyız ki karşımızda bildiğimiz her şeyi bize unutturmaya çalışan bir makina var. Gökyüzünün mavi olduğunu, deniz suyunun tuzlu olduğunu, balıkların yüzüp, kuşların uçtuğunu bile insanlara tekrar tekrar hatırlatmak zorunda kalabiliriz. Bu propaganda makinasının bildiğimiz gerçekleri unutturma konusunda, en ummadığımız insanlarda bile, örneğin sosyalistlerde, Kürt Hareketi’de, ulusalcıların içinde, yani şu veya bu nedenle AKPli ya da potansiyel AKPli olmayan insanlarda bile etkili olabildiğini unutmamalıyız. Unutmayalım ki, söz konusu makinanın tek hedefi AKPliler değil, en az AKPliler kadar belki daha fazla, hedefte biz AKP muhalifi olan, ya da en azından AKP yanlısı olmayanlar var. O nedenle birbirimize en açık ve net gerçekleri hatırlatmaktan bile bıkmamamız lazım.

4)      İnternetteki tartışma platformlarının her biri bizim için çok değerli. Bu platformları öncelikle, fikirlerin, bakış açılarının tartışıldığı platformlar haline getirmeliyiz. Elbette her birimizin hissettiği duyguları ifade etmeye ihtiyacı var. Ancak bu duyguların ifade edilmesi, sağlıklı tartışma zeminlerini yok edebiliyor ve duygularımızı ifade ettiğimiz kimi zeminler de olabilir internette. Ancak aynı zamanda fikirlerin, bakış açılarının tartıştığı platformlar da olmalı. Ve elimizden geldiğince duygularımızı ifade ederken bu tartışma platformlarına zarar vermemeye dikkat etmeliyiz. Elbette bunu birbirimizi, hatta AKPlileri olabildiğince kırmadan, olabildiğince insanların birbirlerine duyduğu saygıyı yok etmeden yapmalıyız.

5)      AKPlilerle tartıştığımız ortamlarda, fikirlerin tartışıldığı bir ortamın, karşılıklı hakaretleşmeye dönüşmemesi için mücadele etmeliyiz. Unutmayalım, internetteki tartışma platformları biz AKP muhalifleri için paha biçilmez. AKP yanlılarının kendilerini ifade edebilecekleri sayısız kanal var. Bizim ise internet dışında kendimizi ifade edebileceğimiz ortamlar çok sınırlı. Dolayısı ile internetteki tartışma zeminlerinin sağlıklı zeminler olarak kalmasını sağlamak bizim için daha önemli.

Bu öneriler ilk aklıma gelenler. Elbette, yukarıda dile getirdiğim öneriler eleştirilebilir, ya da sayıları çoğaltılarbilir, daha başka şeyler de eklenebilir. Ancak AKP muhalifleri olarak, her birimiz, bireyler olarak, ve AKP muhalifi kurumlar olarak, yeni, her hangi bir merkeze dayanmayan, gücünü tek tek insanlardan alan hem haberlerin hem de fikirlerin çok daha özgürce ifade edilebildiği yeni bir medyanın kurulmasında rol oynayabiliriz. Aslında bunu zaten yapıyoruz. Ve böyle bir medyanın inşaasına gezi olaylarından önce başladık. Eğer başlamasak zaten Gezi Olayları mümkün olmazdı. Ancak gücünü tek tek insanlardan alan yeni medya ağını, daha etkili ve daha güçlü hale getirmemiz mümkün. Ve biz bu yeni medya ağı daha güçlü hale geldikçe, AKP’nin propaganda mekanizmasının işi daha da zorlaşacaktır. Kişisel olarak, ben bu yeni medya ağının, AKP ile mücadelenin bize getirdiği en büyük artılardan biri olarak görüyorum.

Thursday, October 2, 2014

Çin, Dünya’nın En Dinamik Ülkesi


“Çin öyle bir ülke ki, 5 6 yıl bile gitmesen sonra ayak bassan, yepyeni bir ülkeye gitmiş gibi oluyor insan. O kadar hızlı bir değişim var bu ülkede.” Bu sözleri ABD’de Çin ile ilgili katıldığım bir konferansta konuşmacılardan birisi söylemişti. Çin’den bahseden hemen herkesin hemfikir olduğu konulardan birisidir. İnsanları, kültürü, ekonomisi hızla değişen bir ülke olduğu söylenir Çin’in. Çin’de geçirdiğim 3 haftanın sonrasında bu ülkenin bugüne kadar ayak bastığım en dinamik ülke olduğunu söyleyebilirim. Öylesine bir hareketlilik ki insanın başını döndürüyor.

Bu hareketliliğin en net şekilde gözlenebileceği yer şehrin trafiği. İstanbul ve New York gibi trafiği çok yoğun şehirlerde yaşadım, ama Chengdu gibi trafiği olan bir ikinci şehir görmedim. New York ve İstanbul’da bir insanın karşıdan karşıya geçmesi zordur, arabalar trafik kurallarına uymaz, sürekli akan bir trafikte karşıdan karşıya geçmek gerekir, ama arabalara el işareti yaparak, arabaların hiç değilse yavaşlamasını sağlamak mümkündür. Chengdu’da ise, arabalar yavaşlamasını bile sağlamak mümkün değil. Sürekli, hızla akan bir trafikte karşıdan karşıya geçmeyi öğrenmek bir zorunluluk. Dahası trafik, motorsikletler sayesinde kaldırıma bile taşmış durumda. Söz konusu motorsikletler kaldırımdan yürürken bile sürekli insanların arkasınından yanından geçiyor, korna çalıyorlar, dahası neden yol vermedin diye kızabiliyorlar kaldırımlardan yürüyenlere.

Chengdu’nun, Çin’in son 15 yılda en çok gelişen şehirlerinden birisi olduğunu söylemek lazım. Çin’in büyük kalkınma dalgası ilk başta ülkenin doğusundaki sahillerde etkisini gösterirken, son 15 yılda sanayi tesisleri giderek batıya, ülkenin içi kesimlerine yayılmış. Dolayısı ile batıdaki şehiri son 15 yılda hızla büyümüşler. Chengdu da bu şehirlerden birisi. Biraz da bu nedenle şehir adeta bu ergenlik çağındaki bir çocuk gibi, acemi bir şehir.  Bu acemilik mesela metrolarda hissediliyor. Şehrin metro hattı sanırım birkaç sene önce açılmış. Üniversite öğrencileri arasında şehir metrosunu hiç kullanmamış olanlar vardı. Türkiye ve ABD’de yaşayanlara tuhaf gelebilecek şekilde, şehirde öğrencilerin en çok kullandığı araç taksi. Ve taksiler çok ucuz. Klasik taksilerin yanında, taksi gibi kullanılan motorsikletler de var. Bizim ülkemizde klasik olarak metrolarda uyulmasını beklediğimiz kuralların hiçbirine uyulmuyor Chengdu’da. Metrodan inenlere öncelik verme, çocuklu insanlara, 4, 5 yaşında çocuğu olanları geçtim, 1 yaşında kucağında çocuğu olanlara bile yer verilmiyor. Bu açıdan şehir biraz 90lardaki İstanbul gibi. Bir şehir olmayı yeni öğrenen bir şehir gibi. Ve açıkçası bu şehrin ve metronun modern görünümü ile bir çelişki oluşturuyor.

Şehrin bu acemiliğinin yarattığı başka sorunlar da var. Örneğin havanın ve nehirlerin kirliliği var ki, bu başlı başına bir sorun. Chengdu’nun belki de en ciddi sorunu. ABD’de Utah’ta ya da İstanbul’da soğuk kış günlerinin hava kirliliğine şahit olmuştum, ama ilk defa Chengdu’da yazın ortasında hava kirliliğinin bu kadar yoğun olduğunu gördüm. O kadar yoğun ki hava kirliliği, güneşi bile görmek imkansız hale geliyor. Aynı sorun nehirler söz konusu olduğunda da var. Nehirlerin rengi mavi değil, sarı. Konuştuğum Çinli bir arkadaşım bunun sanayileşmenin bir bedeli olduğunu söyledi bana. Ben de belki bugüne kadar Çin’in hava ve su kirliliğini bu şekilde savunabileceğini, ancak bugünden sonra hava ve su kirliliğini hızla çözmesi gerektiğini söyledim. Sonuç olarak Çin bugün Dünya’da ekonomik, siyasi ve kültürel liderliğe oynayacak güce sahip bir ülke. Ve bu gücü tam anlamı ile elde edebilmesi, ancak Dünya’nın en kritik sorunlarını çözme konusunda insiyatif alması ile mümkün. Çevre sorunlarının en kritik sorunlardan biri haline geldiği Dünya’da da, Çin’in söz sahibi olabilmesi için öncelikle kendi çevre sorunlarını halletmesi şart.  

Şehrin başka bir göze çarpan yanı da büyük bir inşaat şantiyesi gibi olması ve evet bu açıdan bugünün İstanbulu’na da benziyor. Ancak bizdeki gibi şehirdeki her yeşil alanı potansiyel bir inşaat alanı olarak görmüyorlar. Şehrin merkezindeki People’s Park, Halk Parkı başta olmak üzere birçok büyük park var şehirde. Ancak yine de inşaatlar şehrin en göze çarpan yanlarından birisi. İnşaatlar şehrin en hoşuma giden yanları arasında değildi. Daha çok karanlık siluetler olarak aklımda kaldı inşaat alanları. Ancak şehirdeki, zaman zaman başımı döndüren hareketliliğin bir başka boyutu olarak da kazındılar aklıma. Dünya’nın en büyük binası da Chengdu şehrindeymiş. Ve bina içinde aynı zamanda yapay bir sahil de olan, bir alışveriş merkezi. Gittiğim şehirlerde alışveriş merkezleri genelde görmek istediğim binalar arasında değildir, ama söz konusu olan Dünya’nın en büyük alışveriş merkezi olunca binayı görmek istedim. Büyük ve etkileyici bir bina evet, ama şehrin sokaklarının yerini tutmuyor kesinlikle.

Özetlemek gerekirse şehirde ergen bir çocukta rastlanabilecek pespayelik, kirlilik, ölçüsüzlük, büyüme arzusu var, ama aynı zamanda yine bir ergen bir çocukta rastlanabilecek bir neşe, kendine güven, ve hareketlilik de var. Örneğin şehrin parklarında, 70 80 yaşındaki insanlar, Çin’in geleneksel müziklerinden, klasik batı müziğine, ve populer Amerikan şarkılarına kadar her türlü müzikle dans ediyorlar ve spor yapıyorlar. Türkiye’deki insanlarda, hatta ABDdeki insanlarda bile hiç rastlamadığım bir özgüven var insanlarda. Özellikle kadınlarda. Kadınlar ekonomik, sosyal yaşamın her kademesinde varlar, ve bu aşağı yukarı her yaştaki kadın için geçerli. 70 yaşında kadın bir taksi şöförü bile vardı mesela şehirde. Kendilerine güveniyorlar, bu güven konuşmalarına, bakışlarına, hareketlerine yansıyor.

Öğrencilerin ve konuştuğum öğrencilerin anlattığı kadarı ile genç insanların önemli bölümü Çin kültüründen çok batı kültürüne ilgi duyuyor. Örneğin, Çin’de sıkça içilen çay yerine, Starbucks benzeri dükkanlarda satılan kahveyi ya da kolayı tercih ediyorlar. Zaman zaman üniversiteye benim gibi, Çin dışından gelmiş olan öğretim üyelerinin de şehirde Amerikan markalarının, ve özellikle Amerikan yemekleri satan yerlerin olmasından etkileneceğini düşünüyorlar. Ancak Çin kültürünün kaybolduğunu hatta kaybolmakta olduğunu söylemek mümkün değil. Bazıları ülkelerini eleştirse de genel olarak ülkeleri ile gurur duyan gençler var Çin’de. İmparatorluk Çin’inden, Mao dönemine ve bugüne kadar Çin tarihinin tamamını sahipleniyorlar. Özellikle 20. Yüzyıldaki Çin tarihini başlangıcından sonuna kadar Çin’in etrafını saran batı kuşatmasını yararak yeniden güçlü bir devlet olmasının hikayesi olarak görüyorlar bir takım hatalara rağmen.

Açıkçası bu iyimserliği sadece gençlerde değil, konuştuğum veya iletişim kurduğum herkeste bu iyimserliği hissettim. En azından Chengdu’da yaşayan insanların mutlu ve geleceğe umutla bakan insanlar olduğunu düşünüyorum, Çin’in eleştirdiği noktaları var, Çin’de insanı çıldıratacak derecede yavaş işleyen bürokrasiyi, ya da trafiği herkes eleştiriyorlar, devletin politikalarını da eleştirenler var, ancak çoğu insan Çin’in adım adım Dünya’da güçlendiğinin farkındalar, henüz ABD’nin yerine geçmiş olmasa da adım adım o noktaya doğru ilerlediğini hissediyorlar. Herşeyden önce değişimden korkmayan bir ülke Çin.  Yüzyılın ortasında bin yılların geleneklerini taşıyan bir imparatorluğun düzenini radikal bir şekilde değiştirmekten korkmamışlar. Ve sonra üstelik de komunist bir parti tarafından yönetilirken, serbest piyasanın kimi özelliklerini de benimsemek de onları korkutmamış. Geçmişlerinden gelen gelenekleri ve ülkelerine hakim olan ideolojiyi reddetmiyorlar. Ancak ne geleneklerin ne de ideolojinin onları sınırlamasına izin vermiyorlar. Evet bu benim de savunduğum ideolojinin, Marksizm’in hoş karşılamadığı bir şey. Ancak ben ideolojilerin biraz da bu şekilde onların sınırlarını zorlayan rejimler sayesinde gelişeceğini düşünüyorum. Elbette Çin’in Marksizmin sınırlarını aşırı zorladığı örneğin gelir dağılımındaki eşitsizliği kabul edilemez noktalara getirdiği söylenebilir. Dolayısı ile Çin, Marksizm’in sınırlarını zorlarken, yanlış yönlere sapmış, hatalar yapmış olabilir, ancak bence bu ülkeyi yöneten partinin, bunun doğru olduğuna inandığı zamanlarda ülkenin üzerine kurulu olduğu ideolojinin sınırlarını zorlamasının doğru olduğu gerçeğini değiştirmiyor, sadece o sınırların ne zaman nerede zorlanması gerektiğine ilişkin değerlendirmelerinin yanlış olduğunu gösteriyor.

Özetle Çin değişmekten korkmuyor. bu açıdan gelişmek ve büyüme iddasında olsa da aslında geçmişine, Osmanlı İmparatorluğu’nun görkemine kendini mahkum etmiş, o nedenle hayal ettiği değişim aslında bir geçmişe dönüşten ibaret olan Türkiye’den ve Dünya’daki gücünü, ve zenginliğini kaybetmekten çekinen, ve bu nedenle her türlü değişime korku ve şüphe ile yaklaşan ABD’den farklılar. Bu özellikleri bugüne kadar onlara güç vermiş bir özellik.