Monday, September 29, 2014

Sünnet Hakkında Notlar (Neden Müslüman Değilim 2. Yazı)


Not: Bu yazıda çoğu lise ve üniversite çağında okuduğum ve kaybettiğim kitaplar söz konusu olduğundan kaynak veremiyorum. Ancak burada verdiğim çok genel bilgiler. Hatalı olduğumu düşündüğünüz her hangi bir noktayı düzeltebilirsiniz. Bunun dışında burada yazdıklarımı mutlak doğrular olarak değil de benim yolculuğumun bir parçası olarak kabul edin. Siz kendiniz bir karara varmadan önce kendi araştırmanızı yapın.

“Sünnet, insanın imanının etrafını çevreleyen bir koruyucu kalkan gibidir. Eğer o ortadan kalkarsa, bir Müslüman’ın imanı zayıflar, dinden çıkması kolaylaşır.” Kelimeleri yanlış hatırlıyor olabilirim, ancak bu cümlenin bir benzeri hatırladığım kadarı ile dindar Müslüman bir arkadaşımın bana verdiği İslam’ı anlatan bir kitapta yer alıyordu. İlginç bir şekilde benim “Müslüman değilim” dememe yol açan süreç de bu cümleyi doğrulayacak derecede gerçekleşti. Çünkü Kuran’ı okuduğum yazdan çok daha önce, ABD’ye bile gelmeden önce, sünnet benim için problemli bir kavramdı.

Okuduğum ya da dinlediğim kadarı ile Sünni İslam’a inanan insanların büyük çoğunluğu için sünnet İslam inancının önemli bir parçası idi. Farz olan hükümler doğrudan Allah’ın emirleriyken, sünneti Hz. Muhammed’in sözleri ve Müslümanlara örnek olacak davranışları oluşturur. Müslüman arkadaşların bir bölümü buna itiraz edebilir ama benim gözleyebildiğim kadarı ile sünnet çoğu Sünni için farza çok yakın derecede önemlidir. İyi bir Müslüman olmak isteyen insanların, sadece Allah’ın emirlerine uymakla sınırlı kalmaları, Hz. Muhammed’in yaşamını da örnek almaları ve onun sözlerine, tavsiyelerine uymaları beklenir. Bu bakış açısına göre Hz. Muhammed biz 21. Yüzyıl Müslümanlarının, veya Hz Muhammed’in öldüğü 632 sonrasında yaşamış hiçbir Müslümanın ulaşamayacağı kadar mükemmel, Allah’a yakın ve İslam’ın değerlerine uygun bir yaşamdır. Hz. Muhammed’in yaşadığı yıllardaki İslam toplumu da bir daha hiçbir zaman kurulamayacak kadar İslam’a uygun bir düzene sahip bir İslam toplumudur. Öyle ki, konuştuğum kimi dindar arkadaşlarım, Hz. Muhammed için geçerli olan tanımı, Hz. Muhammed’i görmüş tüm Müslümanlara, yani Sahabelere de genişleterek, bugün hiçbir Müslüman o günün Sahabeleri kadar imanlı olamaz demişti.

Yukarıda yazdıklarım, konuştuğum çoğu Sünni Müslüman arkadaşımdan duyduğum görüşler, okuduğum çoğu kaynak da bunu doğruluyor. Yine de bu konuda tam bir görüş birliği olmadığını söyleyebilirim. Hz. Muhammed’in yaşamının örnek alınacak yanları olsa da, bir insanın İslam’ın kurallarını belirlerken dikkate alınmasının sorunlu olduğunu, İslam’ın kurallarını belirlerken sadece ve sadece Kuran’ın dikkate alınması gerektiğini de söyleyen de vardı. Sonuç olarak Hz. Muhammed’in doğrudan söylediği sözler ile hayatının ayrıntılarının, benim inandığım dinin kurallarının belirlenmesinde rol oynaması benim kafamda da soru işaretleri yaratıyordu.

Önceliklikle sahabelerin, bugünkü hiçbir Müslüman’ın asla erişemeyecekleri derecede iyi Müslüman sayılmaları zaten tuhaftı. Sahebelerden Hz. Muhammed’e en yakın iki kişinin, Hz. Ayşe ile Hz. Ali’nin savaşa tutuştuklarını ve bu savaşta Müslümanların öldüğünü biliyordum. Yani bugün hiçbir Müslümanın erişemeyeceği kadar iyi Müslüman olan iki kişinin arasında ancak ölümüne bir mücadele çözülecek bir anlaşmazlık çıkabilmişti, dahası o anlaşmazlığın çözülmesi için başka insanlar da hayatlarını kaybetmişti. Okuduğum bir kitapta, bizlerin, bugünün bu Müslümanlarının bu anlaşmazlıklar üzerinde düşünmememizi, çünkü o anlaşmazlıkları anlayamayacağımız yazıyordu. Ama düşünmemek mümkün müydü?

Hz. Muhammed’in kendisi söz konusu olduğunda da kafamda soru işaretleri vardı. Sonuçta, Hz. Muhammed’in birden fazla eşi vardı. Benim o sıralar kendi kafamdaki İslam’ım kadın ve erkeği eşit kabul ediyordu. Hz. Muhammed’in köleleri vardı, benim kafamdaki İslam kölelere karşı idi. Hz. Muhammed’in o dönem, yani 600lü yıllarda yaşamış birisi için, çok ilerici birisi olduğunu, bir devrimci olduğunu, bir dahi olduğunu kabul edebilirdim, ki zaten bugün de ediyorum. Ama Hz. Muhammed’in yaşamının bütün ayrıtıları ile bugün 21. Yüzyılda yaşayan bizler için mükemmel bir örnek teşkil ettiğini, sadece o günün koşullarına göre değil, bugünün koşullarına göre de örnek teşkil ettiğini kabul etmek benim için çok zordu.

Bu konuda hiçbir mesele Hz. Muhammed ile Hz. Ayşe’nin evliliği kadar çarpıcı değildi. Hz. Muhammed ile Hz. Ayşe’nin evliliğinin zamanında bir hayli etkin olduğum Müslüman-Ateist Tartışma Platformu adındaki bir facebook grubunda en çok tartışılan meselerden birisi olduğunu belirtmeliyim. Oradaki Müslüman arkadaşlardan bir kısmı Hz. Ayşe’nin kim olduğu ve yaşamı konusunda fazla bilgili değildi. Müslüman olsun olmasın herkese önereceğim hayat öykülerinden birisidir Hz. Ayşe’nin yaşam öyküsü. Özellikle kadınlara. Bugün İslam ülkelerinin bazılarında kadının evinden dışarı çıkması bile yasaklanabilirken, Hz. Ayşe orduları yönetmiş çok güçlü bir kadındır. Okuduğum kaynakların önemli bölümü Hz. Ayşe’nin 7 yaşında Hz. Muhammed ile evlendirildiğini söyler. Hz. Muhammed öldüğünde ise Hz. Ayşe 17 yaşındadır. Bugün çoğu kız için evlenmenin bile çok erken olduğu bir yaşta, Hz. Ayşe dul kalmış ve bir daha evlenmemiştir.

Bu evlilikle ilgili söz konusu forumdaki arkadaşlardan birisinin Hz. Ayşe’nin aslında 7 yaşında değil 14 15 yaşlarında evlendiğini yazdığını belirteyim. Umarım bu doğrudur, ve umarım bugünün Sünni İslam Dünyasında bu bilginin doğruluğu kabul edilir diyorum. Ancak önce diğer argumanlardan bahsetmek sanırım daha doğru olacak.

Öncelikle Hz. Ayşe’nin kimsesiz bir kız olduğu, Hz Muhammed’in onu evlat edinmesinin yanlış anlaşılacağını düşündüğü için onunla evlendiğini yazan bir arkadaş vardı. Hz. Ayşe gerçekten kimsesiz bir kız olsaydı bile bu argumanın doğruluğu tartışılırdı. Ancak Hz. Ayşe öyle olmadığı için bunu tartışmaya bile gerek yok. Hz. Ayşe, kimsesiz olmak bir yana, o günün İslam Dünyasının Hz. Muhammed’den sonra en güçlü sayılabilecek adamının kızı. İlk halife Hz. Ebubekir’in kızı. Bu kadar güçlü bir adamın kızı olduğu halde, ya da belki de olduğu için, henüz bugünün ilkokul çocuğu sayılabilecek bir yaşta Hz. Muhammed ile evlendi.

İkinci arguman, o günün Arapların arasında kızların çabuk ergenlik çağına girdiği, o nedenle kızların erken yaşta evlenmelerinin normal olduğu yönünde. Öncelikle ergenlik çağına girmiş bile olsa (yani 13 14 yaşına gelmiş de olsa) bir kızın evlenmesinin normal olmadığını düşünüyorum. Ama bunu bir yana bırakalım. Bugün de Arap toplumu hala var olan bir toplum. 7 yaşında bir Arap kızının evlenmesinin sağlıklı bir durum sayılabilir mi? Ben sayılamayacağını düşünüyorum, 7 yaşındaki bir Arap kızı da gözleyebildiğim kadarı ile hala bir çocuk, bir yetişkin değil, bir ergen bile değil.

Üçüncü arguman, o günün Arap toplumunda bunun normal olduğu şeklinde. Ki bunun sünnet kavramının kendisi ile çelişki halinde olduğunu sanırım söyleyebiliriz. Sonuç olarak 7 yaşında bir kızın evlenmesi, o günün Arap toplumu, Arap toplumunu bir yana bırakalım, o gün Dünya’nın tamamı için son derece normal olabilir. Muhtemelen bir çocuğun evlenmesi, o günlerde bile sağlıksız da olsa, o günün insanları bunun farkında olmayabilir. O gün yaşamış bir insanın, ne kadar dahi, ne kadar devrimci, ne kadar sıradışı da olsa her şeyi düzeltmesini değiştirmesini, kendi yaşamı söz konusu olduğunda bile herşeyi aşmasını bekleyemeyiz.

Ancak Hz. Muhammed’in yaşamı bizim önümüze hemen hemen tüm ayrıntıları ile bugün de örnek almamız gereken bir yaşam olarak konduğunda bu savunma anlamsız olarak kalır. Sonuç olarak Hz. Muhammed’in 7 yaşında bir kız çocuğu ile evlenmesi bugün de örnek almamız gereken bir şey midir? Elbette Hz. Muhammed’in yaptığı herşeye herkes bire bir uymak zorunda da değildir, ama dindar bir  Sünni 7 yaşındaki bir kız çocuğunun evlenmesini sağlıksızdır veya yanlıştır diyebilir mi? O zaman Hz. Muhammed’in yaptığı evliliklerden birisi, bugün 21. Yüzyılda bizlerin yanlış ve sağlıksız kabul ettiğimiz bir evlilik olduğunu kabul etmiş mi oluruz?

Bu sorular kafamın içindeydi, ve ben bu soruları kendimce verdiğim basit bir cevap ile çözdüm. Hz. Muhammed, 7. Yüzyılda yaşamış bir insandı. Oysa Kuran 7. Yüzyılda yarattığının ötesine geçecek bir değişim yaratma kapasitesi taşıyordu. Zaman geçtikçe insanlar Kuran’ı daha iyi anlayacaklar ve kurallarını daha iyi uygulayacaklardı. Öyle ki, Kuran’daki kimi ayetlerin iki anlamının olabileceğini, bir anlamın ise 21. Yüzyılın değerlerini benimsemiş insanlarca anlaşılabileceğini düşünüyordum. Bu paragraftaki cümlelerin önemli bölümünün kimi Müslüman ülkelerde idam edilme nedeni olduğunu biliyorum. Ama ben bunlara gerçekten inanıyordum. Bu sözleri okuyan ve beni sapkın olarak görebilecek insanlara eğer rahatlayacaklarsa şunu söyleyebilirim, artık inanmıyorum. Bu cümleleri okuyan bir insan hemen arkasından şunu sorulabilir. Böyle düşünen bir insan olarak neden Kuran’ı okumadım? Neden hemen o anda, aklımdaki bu düşüncenin doğru olduğunu ispatlamak için çalışmadım? Sanırım korktum, yanıldığımdan korktum. Dolayısı ile Kuran’ı bu düşüncelerin kafamda belirdiği ilk günlerden çok sonra, yıllar sonra okudum. Sonuç açıktı. Yanılmıştım. Okuduğum Kuran, çok açıktı, şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ve netti. Yanılmıştım.

Ancak Kuran’la ilgili yorumlarıma geçmeden önce, Hz. Ayşe ile ilgili dile getirdiğim ilk argumanın bile kere daha üstünden geçmek istiyorum. Okuduğum ve dinlediğim çok kitap, insan ve video aksini de söylese de, Hz. Ayşe’nin aslında 14 15 yaşlarında Hz. Muhammed ile evlendiğini savunanlar var. Bu konudaki düşüncemi bir kere daha yazmak istiyorum. 14 15 yaşın evlenmek için sağlıklı olup olmadığı tartışmasını bir yana bırakıyorum ve inşallah bu doğrudur ve doğru olduğu Sünni İslam Dünyasında kabul edilir diyorum. Çünkü gördüğüm ve okuduğum kadarı ile İslam Dünyasının önemli bir bölümünde insanlar hala 6 7 yaşlarındaki kızlarla evlenebiliyor. Hz. Muhammed’in yaşamının her hangi bir bilimsel veriden, bir ideolojik değerden çok daha sağlıklı ve doğru bir rehber olarak kabul eden bir insana, ya da bir cemaate, 6 7 yaşlarında bir kızın evliliğinin o kız için sağlıklı olup olmadığını tartışmak mümkün değil. Ben kızların, Arap, Türk, Berber, Acem, Afgan, Hintli ya da Afrikalı Amerikalı bir kızların çocukluktan çıkmadan, gerçek bir yetişkin olmadan evlenmemesi gerektiğini, çocuk yaşta yapılan evliliklerin kızlara (ve erkeklere) zarar verdiğini düşünüyorum. O nedenle umarım, Sünni Müslümanların önlerinde, örnek olarak gördükleri Hz. Muhammed ile 7 yaşındaki Hz. Ayşe’nin evliliğinin gerçekten olup olmadığı, Hz. Ayşe’nin aslında çocuk değil de, hiç değilse ergen sayılacak yaşta olup olmadığı tartışılmaya başlanır. Bu şekilde İslam Dünya’sında var olan bu tür evliliklerin de ne kadar sağlıklı olduğunun tartışılacağını umud ediyorum.

Friday, September 26, 2014

Benim Yolculuğum (Neden Müslüman Değilim - Birinci Yazı)


İki yıl önceydi sanırım, yazın Kuran’ı okumaya başlamıştım. AKP iktidara geldiğinden beri aklımda belirmeye başlayan ve 5 6 yıldır kafamı kurcalayan sorular en sonunda o yaz yanıt buldu. Hiçbir zaman çok dindar bir insan değildim. Ama lise yıllarından beri muhafazakar olmayan bir ailede, okulda ve çevrede yetiştiğim halde, ben Müslümanım diyordum kendime. O yaz bu sona erdi. Kuran’ı okudum. Sadece ilk beş suresini. Ve sadece bu ilk beş sure ile bile bir tercih yapmam gerekiyordu. Ya hayatım boyunca inandığım değerlerden vazgeçecektim, ya da içinde olduğumu düşündüğüm dinden. Ben değerlerimi seçtim. Bu nedenle lise yıllarında nasıl “ben Müslümanım” diyorsam şimdi de “Ben dinsizim.” diyorum. Korkmadan ve çekinmeden. İngilizce ya da latince kelimeleri agnostik, ateist gibi kullanmama gerek yok. Evet her dinsiz aynı değildir, kimisi Tanrıya inanır, kimisi Tanrı’nın var olabileceğini düşünür. Ancak sonuç olarak Dünya’da mevcud dinlerden birine inanmayan insan dinsizdir ve ben de onlardan birisiyim.

Bu yazı ve sonrasında yazacağım iyi tanıdığım halde kendimi bir parçası olarak görmediğim, göremediğim iki dinden, yani İslam ve Hiristiyanlık’tan. Hiristiyanlık’ın bana neden ters geldiğini anlatacağım. Bu yazıları neden yazıyorum. Çünkü öncelikle en iyi ihtimal ile, beni “ahlaken kurtarılması gereken insan olarak gören”, en kötü durumda bile, kafası kesilen, eğer bir gün bir aile kurarsam, eşimin çocuğumu kölesi yapmaktan çekinmeyecek insanlardan bıktım. Çok sevdiğim bir tanıdığımın bile bana “Senin sapık düşüncelerine göre idare edilmeyecek bu ülke” diyebildiği bir Türkiye var. Bu Türkiye benim için  Dünya’nın öbür ucunda ama aynı zamanda sürekli kafamın içinde. Ve bu ülkede, bir kısmı kendini Müslüman olarak görse bile, benim değerlerime yakın değerlerime yakın insanlar, bir takım başka insanlar tarafından ahlaksız, toplumdışı ilan ediyorlar. Onlara karşı, bu yazıda şunu söylüyorum. Ben dinsizim ve dinsiz olmamın asıl nedeni, Kuran’ı okuduktan sonra, bu Dünya’yı daha iyi bir yer yapacağına inandığım değerlerin Kuran ile çelişmesi idi. Kimseyi dininden döndürmek gibi bir amacım yok. Yazıyı okuyan Müslüman arkadaşlarıma özellikle söylüyorum, sadece benim yazımdan dolayı inancınızı kaybetmeyin, başka insanlarla konuşun ve son kararınızı vermeden önce Kuran’ı da mutlaka okuyun. Kimbilir belki siz benim gördüğüm anladığım anlamlar çıkarırsınız Kuran’dan.   

Benim din ile ilgili yolculuğum ne zaman başladı? Sanırım orta okul yıllarım en önemli yıllardı. 28 Şubat Süreci denen sürecin yaşandığı yıllardı o yıllar. Kendime solcu diyordum, ancak henüz kendimi sosyalist ya da komunist görmediğim bir dönemdi. Hiçbir zaman çok dindar değildim. Ancak beni İslam’a biraz olsun yaklaştıran bir insan varsa o da lisedeki din öğretmenimdir. Ve belki bazı insanlara tuhaf gelebilir ama onun beni İslam’a yaklaştırmasının asıl nedeni, Müslüman olmayanlara karşı hoşgörüsü idi. “Neyi inandığınızı bilerek ateist olun sizi gözünüzden öpeyim.” diyen bir hoca idi bizim din hocamız. Ve bu hoşgörü tek başına benim onun anlattıklarını dinlememi sağlıyordu.

Din hocamın beni ikna eden sözlerinden birisi dinin Dünya üzerindeki rolü üzerine idi. İnsanlar dört farklı akımdan beslenir diyordu hocam. Bilim, sanat, felsefe ve din. Onun sözlerini bugün kendi aklımdaki fikirlerle birlikte ifade edersem, din öncelikle, diğer tüm özelliklerinden önce ve bu özelliklerin ötesinde insanlığın tamamını ve insanlığın ötesinde tüm canlıları ve cansız Dünya’yı bir araya getiren bir değerler bütünü. Bizim Dünya’daki geri kalan kendimizi tüm insanlarla ve canlılarla birlikte bir bütün olarak hissetmemizi sağlıyor, ve o insanlar ve canlılarla bir arada yaşamamızın kurallarını koyuyor. Bu açıdan ne sanatın ne felsefenin ne de bilimin yapmadığı bir şeyi yapıyor din. Bugün şunu din hocamın kesinlikle haklı olduğunu söyleyebilirim. Dinin işlevi konusunda kesinlikle haklı olduğunu düşünüyorum. Ancak 18. Yüzyıldan itibaren dinin işlevini devralan yeni bir şeyin ortaya çıktığını düşünüyorum, ideolojiler. Bu konudan ileride bahsetmek istiyorum. Ancak şimdilik bu konuyu bir yana bırakayım.

Din hocamın sözleri ve 28 Şubatta üniversite kapılarındaki türbanlı öğrenciler, imam hatip liselerinde okuyan öğrencilere karşı gazetelerde yazılan yazılar, orta okul ve lise yıllarımda aklımda fırtına yaratıyordu. Lise yılları zaten insanın aklında kolayca fırtınaların çıkabileceği yıllardı. Ben de zihnimde çıkan bu fırtına sayesinde adım adım İslam’a ve hatta İslamcı siyasi harekete yaklaştım.

Hayır o sınır çizgisini geçmedim, kendimi o hareketin bir parçası olarak görmedim hiçbir zaman. Ama o gün onları haklı olduğunu düşünüyordum ve bunu dile getirdim. İslamcı hareketin okullarının kapatılması gerektiği söylendiğinde, okulları kapatmak yerine çocukları o okullara muhtaç bırakmamak lazım dedim. Başörtüsü takan öğrencilerin üniversitelere girilmesi yasaklanmalı denildiğinde, hayır asıl o öğrenciler üniversitelere girmeli, üniversitenin ortamını görmeli tanımalı dedim.

Ama bunun da ötesinde, ilk defa kendimi Müslüman olarak, hatta inançlı bir Müslüman olarak hissetmek istedim. Ramazan’da elimden geldiğince oruç tuttum. Bir kere namaz kılmak için camiye bile gittim, dedemle. Ki bu başlı başına ilginç bir deneyimdi. Ortaokul çağındaydım, hayatımda ilk defa camiye gidiyordum. Diz kapaklarımı açık bırakan bir şortla gitmiştim. Ve camidaki adamın bana, böyle namaz kılınmaz dediğini hatırlıyorum. Sonrasında bunu ne kadar istersem isteyeyim namaz vakti camiye gidemedim hiçbir zaman. Çünkü korktum. Dedemin herkesi tanıdığı bir camide bir ortaokul çocuğu olarak terslenmişken, daha büyük bir çocuk olarak hiç tanımadığım bir camide, bilmeden, camidekilerin büyük tepki göstereceği bir hata yapmaktan korktum. Yani inandığımı söylediğim, kendimi içinde hissetmeye çalıştığım dinin ibadethanesine girmekten korkuyordum. Ancak buna rağmen ben Müslüman’ım diyor ve kendimi Müslüman olarak görmeye çalışıyordum.

Bugün geriye bakınca kendi kafamın içinde bir İslam yarattığımı daha iyi anlıyorum. Dindar insanların baskı altında olduğunu görüyordum, ve aklımda bir yan onların yanında olmak istiyordu, onların yanında olmanın bir yolu da, özellikle bir lise öğrencisi olduğum için, bir eyleme katılmaktan korktuğum için fiziksel olarak onların yanında olmayacağımı düşündüğümde, belki de onlar gibi dindar olmaktan geçiyordu. Ve 2002’den başlayarak adım adım, aslında kafamdaki İslam’ın doğru olmadığını, kendi aklımda beliren sözlerle ifade etmek gerekirse “onların İslam’ının” gerçek İslam olduğunu anladım.

AKP’nin iktidara geldiği günü hatırlıyorum. Üniversitedeki ilk yıllarımdı ve hak ettiler demiştim. Diğer tüm partilerin toplumun asıl sorunlarına duyarsız olduğu bir ortamda. AKP’ye karşı alternatif bir yol geliştirilemediği ve muhaliflerinin AKPnin varsayımlarla suçlayarak önünü kesmeye çalıştığı bir ortamda, AKP iktidarı haketmişti.

Ancak AKP iktidar olduğu ilk andan itibaren görebilen insanlar açısından sorunlu bir dönem başladı. Eğitimli, orta sınıf için görünürde büyük bir problem yoktu. Ancak yıllar boyunca okumak isteyen ama parası olmayan gençler, evleri olmayan insanlar, yiyecek yemek bulamayan ve Ramazan’da çadırların önünde toplanan insanlar. Hepsi AKP için açıkça siyasi hedefleri için kullanılacak bir araçtı. Bu insanları, siyasi ve ekonomik olarak güçlendirmek hiçbir zaman hedefi değildi AKP’nin ve bu çok açıktı.

Öte yandan İslam konusunda en bilgili insanlar olarak önümüze çıkarılan hocalar, ilahiyatçılar, cemaat önderleri, benim aklımdakinden çok farklı bir İslam’dan bahsediyorlardı. Kadınların erkeklerden değersiz olduğu, Müslüman olmayan herkesin cehenneme mahkum edildiği, tasvir edilen cennetin bile benim açımdan hiçbir cazip yanının olmadığı bir İslam. Bu sorunların her birinden bahsedeceğim. Ancak şu an için şunu yazabilirim. Dindar insanların artık baskı altında olmadığı bir Türkiye’de bu sorunlar benim için giderek kaçılması zor bir hal almıştı. İlk başlarda, o insanlar İslam’ı böyle yorumluyor olabilir, ben İslam’ı farklı yorumluyorum demiştim. Benim İslamım’da kadın ve erkek eşitti, kadınların kıyafetlerine Allah karışmıyordu, bir Hiristiyan, Yahudi, Budist ya da bir dinsiz, eğer insanlara zulmetmiyor, bu Dünya’yı daha iyi bir yer yapmak için çabalıyor mücadele ediyorsa, Allah o insanların yanında yer alıyordu.

Kafamdaki İslam ile, dindar insanların İslam’ı arasındaki uçurum açılınca ilk reaksiyonum ben Sünni değilim demek oldu. Sünnilik yerine İslam’ı daha farklı yorumlayan bana haklı olduğumu hissetirecek bir mezhep aradım. Alevilik ve Bektaşilik, ilk aklıma gelenlerdi. Bir yolunu bulsam, beni kabul edecek bir Cemevine gidebilsem belki Alevi olacaktım, aklımdaki sorular orada bitecekti. Ancak öyle olmadı, okuduğum ve öğrendiğim kadarı ile Alevi olmak için Alevi doğmak gerekiyordu. Dolayısı ile, hiçbir mezhebe, cemaate, dindar olan hiçbir Müslüman gruba ait olmadan, olamadan yaşamaya devam ettim.

ABD’ye geldiğim yıllar, benim açımdan sorunu bir parça hafifletti. ABD, Müslümanların baskı altında olduğu bir devletti, ve ironik olarak bu benim göğsümü gere gere Müslümanım dememi sağlıyordu. Üstelik dindar olmasam da Müslüman bir ülkeden geliyordum bu da benim bunu söylememi kolaylaştırıyordu. Ancak aklımdaki sorular bir kenara itilmeyecek kadar ciddi idi. O nedenle ben Müslümanım desem bile, dinim hakkında daha ayrıntılı bir şekilde konuştuğumda benim İslam anlayışımın Sünni İslam anlayışından farklı olduğunu, her hangi bir mezhebe kendini ait hissetmeyen bir Müslüman olduğumu itiraf ediyordum.

Ne yazık ki Türkiye benim bu hiçbir yere ait olmayan bir Müslüman olarak kalmama bile izin vermedi. 2010’dan başlayarak adım adım, ama görebilen insanlar açısından net bir şekilde, Müslüman olmayanların, Sünni olmayanların yaşam biçimi ahlaksızlık ve sapkınlık olarak görülmeye, gösterilmeye başladı. Yazının başında bahsettiğim tanıdığımın bana “benim sapık düşüncelerim”den bahsettiği zaman, kendimi hala Müslüman olarak görüyordum. Ama aynı zamanda sosyalisttim. Ve bu onun beni bu şekilde görmesi için yeterli idi.

O yıllarda, o güne kadar yaşadığım şehir olan New York’tan Utah’a taşındım, Utah ABD’de kendine özgü bir din olan Mormonluk’un merkezi olan eyalet. Ve ben de yerel bir kültür olan Mormonluk’u tanımaya karar verdim. Bunun için onların kutsal kitabı olan Book of Mormon da dahil bir çok kaynağı okudum. O yıl neden Kuran’ı okumuyorum diye düşündüm. Madem Müslüman’ım diyorum, eğer Allah varsa, onun benimle iletişim kurduğu temel kaynak Kuran. Ve sonuçta bu kitap doğrudan onun sözlerinden oluşan bir kaynak, Müslüman olan hiçkimsenin reddedemeyeceği bir kaynak.

Birçok Müslüman Kuran’ı anlamak için, önce belli bir eğitimden geçilmesi gerektiğini söyler. Buna katılmıyorum, tıpkı Marks’ı anlamak için önce tonla kitap okumak gerektiğini söyleyen insanlara katılmadığım gibi. Tonla kitap elbette Marks’ın daha iyi anlaşılmasına vesile olabilir, ancak bir insan Marks’ın en ağır kitabını ilk okuduğunda bile bir şeyler anlar, bir izlenim edinir. Kuran söz konusu olduğunda bu Marks’ın kitaplarından, Kapital’den daha doğru. Sonuçta Müslüman olan bir insan için, Kuran Allah’ın kitabı. Eğer Allah varsa, ben onu sözlerini okurken, o sözleri doğru şekilde anlamama yardımcı olacak, bana rehberlik edecektir. En azından benim inandığım Allah bunu yapacaktır diye düşünüyordum.

Kuran’ı okudum. Yazımın başında bahsettiğim gibi ilk beş suresini. Ve ne yazık ki, ikinci surenin ortasına geldiğimde, tekrar tekrar zihnimde şu sözler belirmeye başladı. “Yanılmışım. Ben haksızmışım. Onlar haklıymış. İslam onların dediği gibiymiş.”

Yazımın başında dediğim gibi, ya inandığım değerleri seçecektim, ya İslam’ı. Ben inandığım değerleri seçtim. Bu yazıdan sonraki yazılarımda hem İslam’ın inandığım değerlerle neden çeliştiğini hem de bu çelişkinin beni zorladığı seçimin benim dine ve Tanrı’ya bakışımı nasıl geliştirdiğini anlatacağım.

Monday, September 8, 2014

Taşeron İşçilik Sistemi Nedir ve Neden Yanlıştır?


Yıllardır duyduğum ama ayrıntılarını çok az bildiğim bir sistemdi taşeron işçilik sistemi. Geçen ilkbahara kadar bunun farkında değildim. Demek ki işçilerin ve işçiliğin ekonomik rolüne bir süredir ilgi duyan bir insan olarak açıkçası bu konuda ne kadar bilgisiz olduğumu anlamak için Soma Faciasının olması gerekiyormuş. Daha önce de işçi cinayetleri ilgimi çekiyor ve bu cinayetlerin durdurulmasını istiyordum. Ama bu cinayetlerin arkasındaki sistemi çok fazla bilmiyordum. Soma kazasından sonra bir parça da olsa taşeron sistemi ve etkileri üzerinde düşündüm ve okudum. Bu yazıda bu yaptığım sınırlı araştırma sonrasında okuduğum ve öğrendiğim kadarı ile taşeron işçilik sistemini anlatacağım. Eğer ekleme ve düzeltme yapmak isteyen arkadaşlar olursa memnuniyetle karşılarım. 

Öncelikle taşeron kelimesinin farklı bir anlamı daha var. Örneğin bir fabrika mesela Arçelik, ürettiği ürünün kimi parçalarını, mesela çamaşır makinesi kapağını başka bir atölyeye yaptırabiliyor. Bu durumda ana fabrikanın ürettiği ürünün parçalarını yapan atölye taşeron üretici olarak adlandırılıyor. Taşeron üreticilik, kimi zaman bazı zararlı yan etkileri de olabilse de, büyük şirketlerin maliyetini azaltıyor, ve bunu en azından prensipte işçilere zarar vermeden yapıyor. Örneğin çamaşır makinesinin motorunu, elektirik motoro üretme konusunda uzmanlaşmış bir şirkete yaptırmak çamaşır makinesinin üretim maliyetlerini aşağı çekebiliyor. Sonuç olarak sadece motor üreten bir firma genellikle söz konusu motoru çoğunlukla daha ucuza üretecek teknikler geliştirme şansına sahip oluyor. Yukarıda tasvir ettiğim taşeron üreticilik ile taşeron işçilik birbirilerinden farklı kavramlar.

Taşeron işçilik tamamen işvereni işçilerin karşısında daha avantajlı hale getirmek için ortaya çıkmış bir uygulama. Kapitalist sistemde kar oranını arttırmanın en hızlı yolu işçileri olabildiğince uzun süre çalıştırmak, maaşları olabildiğince düşük tutmak, iş güvenliği ve çalışma koşulları standartlarını olabildiğince aşağı çekmek ve böylece iş güvenliğini ve daha sağlıklı bir çalışma ortamını sağlayacak malzemelerden kar etmek. Normal şartlarda 100, 200 hatta 1000 kişiyi çalıştıran bir işletmede, işçiler şirketin sahibinin işçileri bir yere kadar zorlama şansı vardır. Sonuçta aynı işyerindeki işçiler kolayca organize olabilirler ve kendilerini koruyan yasaları öğrenebilirler. 1 işçi tek başına işverene karşı hareket ettiğinde, işçi hukuken haklı ise bile işveren kendisini kolayca savunabilir. Sonuçta hukuk sisteminin düzgün işlediğini saysak bile, işveren çok daha iyi avukatlar tutabilir, ayrıca dava sürecini takip etmek istediği zaman işyerinden ayrılma şansına sahip bir işveren için günün büyük bölümünde çalışan bir işçi için olduğundan daha kolaydır. Dolayısı ile mahkeme önünde işveren kendini daha iyi ifade etme şansına sahiptir. Ancak iş yerindeki işçilerin yarısı bile birlikte hareket ettiğinde, iş verenin kendini savunması daha zor hale gelir.

İş veren açısından var olan bu sorun istihdam şirketleri denebilecek şirketler tarafından çözülür. İstihdan şirketinin tek bir işlevi vardır. O da iş vermedir. Farklı fabrikalarda, otellerde, inşaatlarda çalışan işçilere bu istihdam şirketleri işverirler. Yani söz konusu işçiler resmen çalıştıkları fabrikanın, otelin ve inşaatın değil, bu şirketin işçisidir. Söz konusu fabrika otel, veya inşaat firması da, işçiye verdiği maaşın yanısıra, bu istihdam şirketine de bir miktar para öderler.

Bu şekilde işçinin çalıştığı işletme işçi ile ilgili uğraşması gereken tüm sorunları bu şekilde söz konusu şirkete devretmiş olur söz konusu işveren. İşçi resmen kendi fabrikasında resmen çalışmadığı için onu istediği zaman fiilen işten atabilir. İşçiyi resmen işten çıkaracak olan istihdam şirketidir, ve bu şirket, işten çıkarılan işçinin hakkını aramasını önleme konusunda uzmanlaşmıştır. İşçi hukuken hakkını aradığında (bir an hukuk sisteminin düzgün işlediğini var saysak bile) atılacak tüm hukuksal adımları sıradan bir işverene göre çok daha iyi bilir. Ayrıca söz konusu işçiyi haklı olduğu durumlarda bile hakkını aramaktan nasıl vazgeçireceğini de bilir.

Kısacası taşeron işçilik sistemi özünde işçileri işverenin karşısında daha güçsüz hale getirmeyi hedefleyen bir sistemdir. Bu taşeron sisteminin ana amacı, hatta tek amacıdır. Açıkça ifade edersek, taşeronu kaldırmak, işverenleri şirketlerinde çalışan işçilere doğrudan işvermeye ve onların sorunları ile doğrudan muhatap olmaya zorlayacaktır ki bu bence son derece makul bir taleptir, işçiler ve sol açısından. Bu sistemin kalkması açıkça işçilerin işverenler karşısında gücünü arttıracaktır ve başka hiçbir yan etkisi olmayacaktır.

Tuesday, September 2, 2014

Çin Komunizmin Ülkesi



Çin hakkında az da olsa bir bilgisi olan her hangi bir insan için, bu ülkeyi tanımlamanın birbirinden farklı birçok yolu vardır. Örneğin 3000 yıllık bir tarihin her köşede, sokakta ve insanların yüzünde hissedildiği ülke denebilir Çin’e. İnsanın başını döndüren bir değişimin öncüsü denebilir. Bir ekonomi devi olarak da adlandırılabilir Çin. Ya da insana dair herşeyin her an hissedildiği Dünya’nın en kalabalık ülkesi.

Bu yılın nisan ayında Çin'in Sichuan eyaletinde, ülkenin dördüncü büyük şehri olan (sanırım Hong Kong'u saymayınca) Chengdu şehrinde, Sichuan Üniversitesi'nde iki haftalığına ders vermek için başvurdum. Mayıs ayının sonunda üniversite başvurumu kabul etti. Henüz vize başvurusu gibi, sorunlarla karşılaşılması muhtemel bir süreç önümde olsa da, Haziran ayında Çin'e muhtemelen gideceğim diyordum artık. Çin’e gitme ihtimalimin belirdiği ilk anlardan itibaren Çin benim için bu tanımların hepsinin ötesinde farklı bir anlamı vardı. İçimi kıpır kıpır eden ve beni heyecanlandıran bir anlam. Çin benim için herşeyden önce komunizmin ülkesiydi.

Biliyorum, Çin komunizmin ülkesi dediğimde bunu yanlış bulacak birçok insan olacaktır. Zaten, oldu da. Hatta Utah Üniversitesi’ndeki Çinli ve Marksist hocama bile, ne olursa olsun, komunist bir partinin yönettiği ülkeye gitmek beni heyecanlandırıyor dediğimde “Ne yazık ki, artık Çin komunist değil.” demişti. Evet, çoğu sosyalist ya da solcu insan için, Çin komunizm yolundan dönmüştür, hatta vatandaşlarına eğitim, sağlık gibi konularda destek olan Avrupa ülkeleri hatta ABD’den bile uzaktır komunizme onlara göre. Sağcılar ise Çin’in komunist bir parti tarafından yönetildiğini sadece Çin’i eleştirecekleri zaman hatırlarlar. Bu ülkenin ekonomik başarılarından söz ettilerinde ise, bu başarıların arkasında Çin’in kapitalizmin yolunu izlemesi olduğunu söylerler. Çin hem ABD’de hem de Türkiye’de en radikal sağcı ile en radikal solcuyu bile kimi zaman birleştirebilen bir ülkedir, bu açıdan.

Ancak benim Çin’e komunist ülke dememi sağlayan ekonomik sistemi değildi. Yaşadığım iki ülkede de, hem ABD hem de Türkiye’de yıllarca, komunist olmak, hatta sosyalist olmak, çoğu insan tarafından en hafif tabiri ile çocukluk ya da delilik olarak görüldü. Kimi insanlar ise, ki içlerinde önemli bir halk desteğine sahip siyasetçiler, gazete yazarları, hatta kimi zaman eski ve yeni solcular da vardı, komunizmi bir sapkınlık olarak görüyordu. Onlara göre komunistler kendi ideolojilerini hayata geçirmeyi başardıklarında, insanlığı büyük bir felakete sürükleyecek insanlardı. Çoğu zaman kendi siyasi düşüncelerime, değerlerime karşı bile olsa onları benimle oturup tartışabilen bir insan bulduğumda bile kendimi şanslı saydım. Üniversite yıllarından sonra gerek ABD’de gerek Türkiye’de benim gibi komunist olan arkadaşlarım oldu, ama bu kendimi, en azından inandığım siyasi ve toplumsal değerleri reddetmediğim, yani kendimi reddetmediğim sürece, gerek ABD toplumunun, gerekse Türk toplumunun dışındaymış gibi hissetmemi engellemedi. Bu hissin özellikle Türkiye’de son yıllarda daha da çoğaldığını söyleyebilirim.

Çin tam da bu açıdan benim için komunizmin ülkesiydi. Chengdu Şehri’nin en büyük meydanına, Tianfu Meydanı’na çıktığımda, Mao’nun heykelini görmek bile bana kendimi, ilk defa benim inandığım değerleri reddetmeyen bir ülkede olduğumu hissettirdi.  

Bir cennete gelmeyi beklemiyordum. Hatta komunist ülkeler hakkında anlatılan birçok hikayenin de doğru olabileceğini düşünüyordu. Sokaklarda polislerle dolu olabileceği, en ufak bir eleştiri yapan insanın tutuklanabileceği bir ülke ile karşılaşabilirim diyordum kendi kendime. Ayrıca büyük bir yoksullukla da karşılaşabilirim diyordum. Ama ne olursa olsun, Çin’in başında komunist bir parti vardı. Bu parti kapitalist ekonomik sistemi bir süre için ülkenin hızlı bir şekilde kalkınmasını sağlayacak bir ekonomik sistem olarak görüyor olabilirdi. Ancak daha Çin’e gitmeden görebildiğim bir şey vardı. Çin’in Komunist Parti hala Marksist ideolojiyi reddetmiyordu, bu ideolojiyi Çin’in gelişimine katkı sağlayacak rehber bir ideoloji olarak görüyordu. Ve muhtemelen günün birinde tüm üretimin işçiler tarafından sosyalist bir devlete dönüşme ideali hala Çin Komunist Partisinin bir gün gerçekleştirmeyi umduğu bir hedefti. Sadece bu bile benim Çin’i kendime yakın bir ülke olarak görmemi, başarılarını da başarısızlıklarını da sahiplenmemi sağlıyordu.

Haziran ayının üçüncü haftasına vardım. İlk günü Uygur Bölgesindeki Urumçi'de geçirdikten sonra, Chengdu Şehrine ulaştım ikinci gün. Çin’de geçirdiğim ilk günlerde, en azından benim bulunduğum şehirde Chengdu’da korkularımın çoğunun gerçek olmadığını gördüm. Sokaklarda çok az polis vardı, hem İstanbul’da, New York’ta, hatta ABD’nin nisbeten küçük bir şehri olan Salt Lake City’de bile polisin varlığını daha fazla hissettiğimi söyleyebilirim. Sokaktaki polisler de çoğu zaman insanları izlemekle yetiniyorlardı. Hatta Chengdu’ya gelen bir yabancının, trafiği düzenlemesi ve kimi kuralları zorlaması için polisin varlığını daha fazla hissettirmesini istemesi bile istemesi mümkündü. Karşılaştığım insanların önemli bölümü Çin rejimini eleştiren insanlardı. Bu eleştiriler bürokrasinin işleri yavaşlattığına dair küçük eleştiriler de olabiliyordu, komunist rejimin ülkenin tarihini ve kültürünü yok ettiğine ilişkin çok sert eleştiriler de.

Ülkede yoksulluğu da çok fazla hissetmediğimi söyleyebilirim. Bu sözüme şaşıran, hatta beni taraflı bulan insanlar belki olacaktır. Belki haklılardır, belki öyleyim. Ancak gerek İstanbul’da, gerek New York’ta Chengdu’da hissettiğimden daha fazla yoksulluk hissettim. Örneğin Chengdu’da sokaklarda yatan insanlar yoktu. Dilenen kimseyi hatırlamıyorum. Evet, özellikle şehrin dışındaki bazı binalar kaba sabaydı, hani kimi gazetecilerin komunizmin zevksizliğini yansıtıyor dediği türden binalar, ama gecekonduyu andıran bir bina da hatırlamıyorum.

Herşeyden önce devlet elini farklı alanlarda hissettiriyordu. Örneğin finansal piyasaları doğrudan kontrol ediyordu devlet. Üniversiteden Yuan olarak aldığım ücreti Euro’ya çevirmeye çalışırken bu denetimin yarattığı sorunu bizzat yaşadım. Devlet interneti denetliyordu, facebook ve google gibi internet siteleri yasak mesela, ve google’ın yerini alan, ne yazık ki benim kullanamadığım Baidu Çince site vardı. Gerçi üniversiteki öğrencilerimin önemli bölümü google ve facebook’a girdiklerini söylediler, ancak ben yasağa uydum ve 3 hafta bu iki siteye girmedim. Eğitimde de devletin eli hissediliyordu. Konuştuğum insanlardan öğrendiğim kadarı ile devlet ilkokuldan üniversite sonuna kadar insanların eğitimini yönlendiriyordu.

Devletin bu kadar bir ülkedeki yaşama bu kadar müdahale etmesi bana birçok zorluk çıkardı. Ancak bir yandan da kimi zaman toplumları kaosa sürekleyebileceğine inandığım bir ekonomik sistemin, bu noktaya gelmemesi için bir devletin elinden geldiğince çaba gösterdiğini bilmenin, insanlara ne ABD’de ne de Türkiye’de olmayan bir güven hissi verdiğini hissettim.

Kısacası Çin’de devlet, kapitalizmin kendi kendine, veya sınırlı müdahaleler ve belki yoksullara destek olan programlarla işleyebilecek bir sistem olduğuna inanmıyordu. Bu sistemin sürekli kontrol altında olması gerektiğini düşünüyordu. Ve açıkçası bu siyasetin arkasında arkasında Çin’in binlerce yıllık ülkedeki herşeyi denetim altında tutan imparatorluk mirasının yanısıra, Marksist ideolojinin de etkisinin olduğunu düşünüyorum. Marks’ı okumuş ve onun ideolojik bakış açısına ilişkin farklı yorumları dinlemiş bir insan olarak Çin’in izlediği yolun Marksizm’den çok uzak olmadığını söyleyebilirim. Marks, kapitalizmin toplumları dönüştürecek büyük bir güç barındırığını düşünen bir insan sonuçta. Ve her ne kadar komunistlerin içinde buna karşı çıkanlar olsa da, komunist bir partinin bir süre için kapitalist ekonominin devlet denetimi altında var olmasına izin vererek, bu sistemin yarattığı dönüşümden yararlanması bana Marksist ideolojiden çok uzak bir siyasi tercih gibi gelmiyor. 

Çin’in çok önemli bir eksiği var elbette, demokrasi. Komunist Parti liderliğindeki yıllar, Batı Devletlerinin ve Japonya tarafından defalarca yenilgiye uğratılmış, ekonomisi bu devletlerin kontrolüne geçmiş bir devletten, siyasi olarak bir süper güce dönüşmüş, ülkesindeki insanların yaşam standartlarını hızla yükselten bir ülke yaratmış olabilir. Ama bu rejime ve partiye halkın ne kadar destek verdiğini anlamak mümkün değil, çünkü halkın tercihlerini yansıtan bir mekanizma yok Çin’de.

Çin’in bu önemli eksiğini bir gün gidereceğini umud ediyorum. Ve eğer o gün gelirse, eğer Çin komunizm ile demokrasiyi bir araya getirirse, işte o zaman bence bu ülkenin gerçek anlamda, yeni bir Dünya’nın kurulmasına öncülük edecek bir ülke haline gelecek.