Thursday, November 20, 2014

Allah’a İnanırsam Ne Kaybederim? – Paskal Kumarı (Neden Müslüman Değilim – 6. Yazı)


Neredeyse lise yıllarıma kadar uzanan bir dönemde, beni ya da başka insanları Müslüman kalmaya ikna etmek için öne sürülen görüşlerden biri şuydu. Allah’ın var olduğundan tam olarak emin olamasak bile Allah’a inanmak ve Müslüman olmak daha mantıklıydı. Çünkü Allah’a inanan ve Müslüman olan bir insan, Allah yoksa bile bir şey kaybetmeyecekti. Oysa Allah’a inanmayan bir insan, eğer Allah varsa cehenneme gidecekti, dolayısı ile bundan çok zararlı çıkacaktı. Bu görüş, beni şaşırtacak kadar çok yerde dile getirildi. Bu görüşü bu kadar çok insanın dile getirmesi beni şaşırttı ve şaşırtmaya devam ediyor. Sonuç olarak bu her hangi bir dine inanmak için öne sürülebilecek muhtemelen en zayıf gerekçe. Bu gerekçe ile bir dine inanan bir insan, İslam’ın doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, içinde Tanrı’nın ya da Allah’ın yokluğuna dair bile bir şüphe duyuyor demektir. Böyle düşünen bir insanın inanmasının tek nedeni yanılıyor olsa bile, Tanrı ya da Allah yoksa bile bundan zarar görmeyeceğini düşünmesidir. Kısacası inanç ve din bu tarz düşünen bir insan için, doğru olduğu düşünülen bir değerler bütünü değildir, içindeki duyduğu sesi hissederek, doğru olduğuna inanılarak izlenen bir yol değildir, böyle düşünen insanlar için inanç ve din farklı ihtimallerin olduğu bir durumda, olası en karlı hamle hesaplanarak yapılmış bir tür yatırımdır.

Bu yazıda, defalarca önüme gelen bu mantığı ayrıntılı bir şekilde ele almaya çalışacağım. Öncelikle söz konusu mantığın sadece Müslümanlarla sınırlı olmadığını, Batı’da Hiristiyanlar tarafından da aynı mantığın dile getirildiğini belirtmek lazım. ABD’de bu mantık Paskal Kumarı olarak da biliniyor. İsmini 17. Yüzyıl’da yaşamış Blaise Paskal isminde bir filozoftan alıyor. Paskal Kumarı ilk paragrafta dile getirdiğim argumanın daha sistematik bir şekilde dile getirilmiş hali. Elbette İslam’ın yerini Hirisitiyanlık almış durumda. Paskal iki ihtimalden bahsediyor. Birinci ihtimal Tanrı’nın varlığı, ikincisi Tanrı’nın yokluğu. Her insan için de iki seçenek söz konusu ya Tanrı’nın varlığına inanacak ya yokluğuna. Paskal’a göre Tanrı eğer varsa, Tanrı’ya inananlar sonsuza kadar sürecek mutlu bir hayata kavuşuyorlar, Tanrı’ya inanmayanlar ise, sonsuza kadar sürecek bir azap ya da lanetlenme ile karşılaşıyorlar. Eğer Tanrı yoksa ise, Tanrı’ya inanmayanların bu inançsızlık sayesinde hayatlarına daha mutlu bir şekilde devam edebileceklerini varsaysak bile, bu mutluluk sadece ölünceye kadar devam ediyor. Benzer şekilde Tanrı’ya inanan bir insan, bu inançtan dolayı bu hayatı daha basit yaşıyorsa, ve olabileceği kadar mutlu olamıyorsa bile inancının ona kaybettirdikleri, eğer Tanrı varsa kazanacakları ile kıyaslanamayacak kadar küçük. Özetle, Paskal’a göre Tanrı yoksa, Tanrı’ya inanmanın kaybettirecekleri Tanrı varsa, Tanrı’ya inanmamanın kaybettirecekleri ile kıyaslandığında ihmal edilecek kadar küçük. Dolayısı ile Tanrı’nın varlığından veya yokluğundan emin olmayan bir insan için, doğru ve mantıklı olan yol Tanrı’ya inanmak.

Elbette ikinci paragrafın son cümlesi en baştan sorunlu bir cümle. Sonuç olarak Tanrı’nın varlığından veya yokluğundan emin olmayan bir insanın Tanrı’nın varlığına samimi olarak inanması mümkün değil. Sonuçta inanç, inanmanın karı ya da zararı yapılarak yapılan bir şey değil. En temel anlamda inanç insanın tam olarak kendi kontrolünde bile olmayan, zihninin derinlerinde beliren bir his. Bir insan Tanrı’nın var olma veya yok olma ihtimalini hesaplayarak hareket ediyorsa, zaten Tanrı’nın varlığına net bir şekilde inanmıyor demektir.

Ancak bir an için bu tutarsızlığı bir yana bırakalım ve Paskal Kumarı’nın mantığı ile düşünelim. Paskal Kumarı’nın daha ilk adımda göze çarpan bir sorunlu yanı, aslında en azından Hiristiyanlık ve Müslümanlık söz konusu olduğunda, sonsuz mutluluk ile sonuçlanacak hayat için Tanrı’nın var olduğuna inanmanın yeterli olmamasıdır. Farklı Hiristiyan ve Müslüman mezhepleri söz konusu sonsuz mutluluklar sonuçlanacak hayat için farklı yollar önerirler. Çoğu Müslüman ve Hiristiyan mezhebi için, sonsuz mutlu hayatı elde etmek için söz konusu mezhebin tanımladığı kurallara göre yaşamak gerekir. Kimi mezheplere ve mezheplerin içindeki alt gruplara göre sonsuz hayatı elde etmek için bir takım genel prensiplere uymak yeterlidir. Diğerlerine göre, kurallar hayatın çok küçük sayılabilecek ayrıntılarını bile düzenleyecek kadar detaylıdır. Örneğin, bazılarımız kimi Müslüman din adamlarının tuvalet ihtiyacının nasıl giderilmesi gerektiğine ilişkin var olduğu iddia edilen dini kuralları duymuştur, okumuştur.

İslam ve Hiristiyan dininin mezheplerinden önemli bölümü, kendi yollarını seçmeyen, farklı mezheplere veya dinlere inananların cehenneme gideceğini savunurlar. Gerçek eğer bu mezheplere mensup insanların savunduğu gibiysi, Tanrı’ya inanmak sonsuz mutlu bir hayatı yaşamak için yeterli değildir. Bunun için Tanrı’ya inanmanın yanında doğru dini ve mezhebi seçmek gerekir.

Bir an için, Müslümanlık ve Hiristiyanlık dininin sonsuz sayıda mezhebinin olduğunu varsayalım. Her bir mezhep de kendilerinin seçtiği yoldan gitmeyenlerin cehenneme gideceğini savunuyor olsun. Bu durumda bir insanın ya bu mezheplerden birini seçecek, ya da Tanrı’nın olmadığına inanıp, kendi doğrularının gerektirdiği gibi yaşayacaktır. İlginç olan eğer mezhep sayısı gerçekten sonsuzsa, bu durumda son seçenek en mantıklı ya da en azından diğerleri kadar mantıklı bir seçenek haline gelecektir. Çünkü sonsuz sayıda mezhep varsa, ve her birinin doğru olma ihtimali eşitse, o zaman onlardan birini seçen bir insanın cennete gitme ihtimali ihmal edilebilir derecede düşüktür. Bu mezheplerden her hangi birini seçip, kendi doğruları yerine, bu mezhebin ona dikte ettiği doğrulara göre yaşayan bir insan bu hayatta olabileceği kadar mutlu olmayacaktır. Dolayısı ile kendi doğruları ile ters bir mezhebi seçen bir insan, ihmal edilebilir derecede düşük bir cennete gitme ihtimali karşısında, bu hayatta daha az mutlu olmayı kabul etmiş demektir. Ancak Tanrı’nın varlığına inanmayan insan en azından bu Dünya’daki hayatında yaşıyabildiği kadar mutlu yaşamıştır. Elbette eğer Tanrı varsa cehenneme gitme ihtimali vardır, ancak bu ihtimal mezheplerden birini seçmesi durumunda da varolan bir ihtimaldir. Bu durumun tek bir istisnası vardır, o da bir insanın kendi doğruları ile mezheplerden birinin ona dikte ettiği doğruların örtüşmesidir. Bir insan böyle bir mezheple karşılaşırsa, hem o mezhebe inanan bir insanın gerektirdiği gibi yaşar, hem de bu Dünya’dda olabileceği kadar mutlu olur, çünkü sonuçta mezhebe inanan bir insanın yaşaması gerektirdiği yaşam ile, onu bu Dünya’da mutlu edecek yaşam arasında bir fark yoktur.

Elbette mezhep sayısı azaldıkça, cennete girme ihtimali artar, bu durumda, bir insanın mezheplerden kendisine bu Dünya’da en uygun yaşamı yaşatacak olanı seçmesi, Tanrı’ya inanmamayı seçmesinden daha mantıklı ve karlı bir seçim haline gelir, en azından Paskal Kumarı’ndaki olasılıkları düşündüğümüzde.

Ancak burada Paskal Kumarı’nın ilk başta gözle görülmeyen ikinci bir sonucu ortaya çıkar. Bu sorunu anlamak için bir an için her mezhebin ayrı bir din olduğunu. Ve her dinin ayrı bir peygamberi olduğunu varsayalım. Eğer bir an için farklı dinleri ortaya atan peygamberlerden birinin doğruyu söylediğini, diğerlerinin yalancı olduğunu varsayarsak, yalancı bir peygamberin kendi dinini yayması için en uygun yol, o dinin cehennemini olabildiğince korkunç, cennetini olabildiğince güzel tasvir etmektir. Yaydığı dine inanmayanların da cehennemden kurtulup cennete gidebileceğini savunan, hatta bu dine inanmayanların cehennemde sınırlı bir süre kalacağını savunan bir peygamberin dini, Paskal Kumarı ile hareket eden birisi tarafından tercih edilmeyecektir. Sonuç olarak, böyle bir peygamberin dinine inanmadan da cennete gitme yolu vardır. Dolayısı ile insanlar inanmadıkları zaman karşılaşmaları muhtemel cezanın daha büyük olduğu dine inanmayı tercih edecektir. Bu nedenle dinini yaymak isteyen bir peygamberin, o dine inanmayan herkesin sonsuza kadar cehennem azabı ile cezalandıracağını savunmalıdır.

Elbette mezheplerin peygamberleri yoktur. Mezhepler peygamberler tarafından getirilen dinlerin farklı şekilde yorumlanması ile oluşur. Ancak farklı mezheplerin başındaki dini liderler için yukarıda bahsettiğim durum geçerlidir. Bir an için bu mezheplerin bazılarının başında kötü niyetli, ve insanların o mezheplere olan inançlarını kendi bireysel amaçları için kullanmak isteyen insanlar olduğunu varsayalım. Bu insanlar o mezhepleri kendi çıkarlarına uygun şekilde yorumlayabilir, ve sonrasında o mezhebe inananları sonsuz cehennem azabı ile korkutarak, istedikleri gibi yönlendirebilir. Örneğin, paralarını belli bir bankaya yatırmazlarsa, belli bir partiye oy vermezlerse sonsuz cehennem azabı ile karşılaşacağını söyleyebilirler. Paskal Kumarı mantığı ile hareket eden bir insan için, sonsuz cehennem azabı ihtimali, bu Dünya’da yaşanabilecek her türlü acıdan daha korkutucu bir ihtimal olacaktır. Dolayısı ile Paskal Kumarı mantığı ile inanılan dinler ve mezheplerde kötü niyetli din adamlarının, o dine inananları istedikleri gibi yönlendirmeleri ihtimal dahilindedir, özellikle insanlar dinlerini ve mezheplerini, doğrudan o dinin peygamberi tarafından oluşturulmuş kaynaklardan değil de o din adamlarından öğreniyorlarsa.

 Burada benim açımdan önemli nokta şu. Tarihe bakıyorum ve din adına yapılmış birçok kötülük görüyorum. Maraş Katliamı ve Sivas Katliamı bunların örneği. Bir başka örnek Lübnan’da Hiristiyanların gerçekleştirdiği katliamlar. İşin en vahimi, bu katliamları yapanlar bunu inandıkları din adına yaptıklarını savunuyorlar. Bu katliamlar elbette en uç, en aşırı olan örnekler. Hiristiyanlık’ın veya Müslümanlık’ın gerçek anlamda böyle katliamları desteklemediğini savunmak mümkün. Ancak reddedemeyeceğimiz bir şey var, o da kimi Hiristiyanlık ve İslam yorumları, din adına böyle katliamların yapılabileceğini savunuyor. Ve bazı Hiristiyan ve Müslümanlar bu katiamların cennete girmeyi engellemediğini hatta cennetin yolu olduğunu düşünüyor. Sonuç olarak cennetin de cehennemin de nasıl yerler olduğunu ancak dini kaynaklardaki tasvirlerden öğreniyoruz. İslami kaynaklardaki cennet ve cehennem hakkındaki düşüncelerimi dördüncü yazımda belirtmiştim. Ancak bir an için hayal edebileceğim en korkunç cehennem ile, o güzel cenneti hayal ediyorum. Ve bu durumda bile eğer her hangi bir din, benim yanlış bulduğum, benim değerlerime ters, eğer uygularsam beni mutsuz edecek birçok kural içeriyorsa, o dine inanınca benim sonsuza kadar bu hayal edebildiğim en güzel cennette yaşama ihtimalim varsa, inanmadığımda ise benim hayal edebildiğim en korkunç cehennemde sonsuza kadar azab görme lanetlenme ihtimalim varsa, yine de o dinin gerektirdiği gibi yaşamadan önce düşünürüm.

Eğer o dinin benimle çelişen yanları sadece benim bireysel yaşamımla ilgili konular ise, örneğin şu yemeği yemememi, bu kıyafeti giymememi istiyorsa o din, söz konusu yemek çok sevdiğim bir yemek olsa, söz konusu kıyafet bana çok yakışan ve giymekten keyif aldığım bir kıyafet de olsa, o yemekten veya kıyafetten vazgeçebilirim. Kısacası kendi yaşamımın sadece beni ilgilendiren yanları ile bir yere kadar fedakarlık yapabilirim, inandığım bir din için. Ancak eğer söz konusu din, örneğin açlıktan ölmek üzere olduğu için hırsızlık yapan bir insanın elini kesmemi emrediyorsa ve eğer ben bunu yapmak benim değerlerime aykırı ise ben o dini reddederim. O dinin inananlarına vaadettiği cennete, veya inanmayanları içine atacağını söylediği cehenneme zihnimin bir parçası ile inanmaya devam etsem bile reddederim. Çünkü en azından bugün sahip olduğum, eğer varsa Allah’ın verdiği akıl ve değer yargıları ile ben bana etrafımdaki insanlara, benim haksızlık olduğunu düşündüğüm şekilde davranmamı emreden bir dinin dediklerini yaparak gireceğim bir cennette mutlu olamam. Kendi değerlerime göre yaşamayı ve eğer bir Tanrı varsa, ve o Tanrı beni yargılayacaksa, Öbür Dünya’da kendi inandığım gibi yaşadığım bir hayatın hesabını vermeyi, ve o hayatın içinde yanlışlar yaptıysam o yanlışların bedelini ödemeyi, inanmadığım gibi yaşayıp cennete gitmeye tercih ederim.

Monday, November 17, 2014

Allah’ın Varlığı İspatlanabilir mi? (Neden Müslüman Değilim – Beşinci Yazı)


İçinde yaşadığımız Evren, Dünya, hatta kendi bedenimiz bize mucize gibi gelebilecek birçok özelliğe sahiptir. Yıldızların yaydığı ısı ve ışık, gezegenlerin güneşin etrafında dönmesi, iç organlarımızın çalışması, vucudumuzdaki hücrelerin yapısı, etrafımızdaki her nesnenin yapıtaşı olan atomların yapısı aklıma gelen örneklerden birkaçı. Bu örneklerden sadece bir tanesini bile internette zaman ayırarak araştıran bir insan, araştırdığı konu ile ilgili hayret verici bilgilere ulaşabilir. Ve kimi insanlara göre, Evren’in, Dünya’nın ve kendi bedenimizin sahip olduğu bu hayret verici özellikler Tanrı’nın ya da Allah’ın var olduğunun ispatıdır. Bu insanlara göre, bu derece sıradışı, akıl almaz özelliğe sahip olan bir Evren’in, Dünya’nın ve insan bedeninin kendiliğinden oluşmuş olması mümkün değildir. Dolayısı ile Evren’i, Dünya’yı ve insanı başka bir varlık yaratmış olmalıdır. Onlara göre bu varlık da Tanrı’dır ya da Allah’tır.

Yukarıda özetle bahsettiğim iddiayı şaşılacak kadar çok sayıda internet sitesinde, kitapta görmek mümkündür. Gerek Hiristiyanlık’ı gerekse Müslümanlık’ı yaymak amacı ile basılan broşürlerin, kitapların, kitapçıkların, internet sitelerinin önemli bir bölümü, bazen yarasından fazlası yukarıda kısaca bahsettiğim açıklamaya ayrılır. Ve söz konusu yayınların bazılarında yukarıdaki açıklamanın, Tanrı’nın ya da Allah’ın varlığını bilimsel bir ispatı olduğu, ve bu açıklamanın hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtladığı savunulur. Peki bu iddia doğru mu? Yukarıdaki paragrafta yazdıklarım Tanrı’nın var olduğunu gerçekten ispatlıyor mu?

Bu sorunun cevabını vermeden önce, şunu belirtmekte fayda var. Bu yazının ilk paragrafında yazdıklarım Tanrı’nın gerçekten de var olduğunu ispatlıyor olsa bile, bu ne İncil’in ne de Kuran’ın o Tanrı tarafından gönderildiğini kanıtlamaz. Hem bir Tanrı’nın var olduğuna inanmak hem de Hiristiyanlık’ın ve İslam’ın insanlar tarafından oluşturulmuş dinler olmadığına inanmak mümkündür. Aslında bugün dinsiz olarak tanımlayabileceğimiz insanların bir bölümü tam olarak da buna inanmaktadır. Söz konusu insanlara kendilerini Deist olarak adlandırırlar ve bir Tanrı’nın var olduğuna, ancak Dünya’daki hiçbir dinin o Tanrı tarafından gönderilmiş bir din olmadığına inanırlar. Yani Hiristiyanlar ya da Müslümanlar, bir Tanrı’nın var olduğunu ispatladıklarında, kendi dinlerinin de o Tanrı’nın öğretisi olduğunu ispatlamış olmazlar. Ancak tuhaf bir şekilde, kendi dinlerini yaymak isteyen birçok Hiristiyan ve Müslüman’a göre, bir Tanrı’nın var olduğunu ispat etmek, kendi dinlerine inanma yolunda bir insanın atacağı en önemli adımdır.

Şimdi ilk paragrafta yazılan açıklamanın bir Tanrı’nın var olduğunu bilimsel olarak kanıtlayıp kanıtlamadığını düşünelim. Orta okul yıllarından beri farklı bilimler, söz konusu bilimlerin kullandığı yöntemler ve bilim tarihi hakkında elimden geldiğince bilgi edinmeye çalışan bir insan olarak bu soruya benim vereceğim cevap hayır. Etrafımızdaki Dünya’ya bakmak, o Dünya’nın bize mucizevi gelen özellikleri olduğunu görmek ve buradan bir Tanrı’nın ya da Allah’ın o Dünya’yı yarattığı sonucunu çıkarmak, bilimsel bir ispat değildir. Sadece etrafımızdaki Dünya’nın özelliklerinden yola çıkarak Allah’ın Dünya’yı yarattığını bilimsel olarak ispat etmek mümkün değildir. Öncelikle bilimsel ispat sadece mantığı kullanarak olmaz. Fizik, Kimya, Astronomi gibi bilimler, Evren’in ve Dünya’nın ilk başta insana son derece mantıksız gibi gelen birçok özelliğinin olduğunu ispatlamışlardır. Yani her hangi bir şeyin, bize mantıklı gibi gelmesi, onun bilimsel olarak doğru olduğunun, mantıksız gelmesi ise bilimsel olarak yanlış olduğunun ispatı değildir.

Örneğin yerçekimi teorisini bilimsel olarak ispat etmek için, öncelikle yerçekiminin ne olduğunu tanımlamamız gerekir. Bu tanım şu şekilde yapılır. Evren’de bir kütlesi olan her bir nesne birbirini çekmektedir. Yani evinizde otururken karşınızda duran duvar, ya da yanınızda oturan arkadaşınız, ya da evin karşısında duran bina sizi kendine doğru çekmektedir. Her hangi iki nesnenin birbirini çekme gücü o iki nesnenin kütlelerin ağırlıkları arttıkça artar, nesneler arasındaki uzaklık arttıkça ise azalır. Yukarıdaki tanım yerçekimi kuvvetinin ne olduğu hakkında yapılan net bir tanımdır. Bu tanım yaptıktan sonra, her hangi iki nesnenin gerçekten birbirilerini bu tanım doğru ise yapmaları gerektiği gibi çekip çekmediklerini test etmek mümkündür.

Allah’ın Dünya’yı yarattığını bilimsel olarak ispatlamak için de, öncelikle Allah’ın Dünya’yı nasıl yarattığını net bir şekilde tanımlamak gerekmektedir. Evren’in veya Dünya’nın nasıl oluştuğuna ilişkin teoriler vardır ve bu teoriler, Evren’in ve Dünya’nın nasıl oluştuğunu tanımlarlar. Ancak bu teoriler en azından benim bildiğim kadarı ile bu oluşuma aklı ve iradesi olan bir varlığın müdahalesi hakkında hiçbir bilgi vermez.  Yani Allah Evren’in veya Dünya’nın oluşumunda bir rol oynadıysa, elimizde bulunan bilimsel teorilerin hiçbiri bu rolün ne olduğunu tanımlamamaktadır. Örneğin Big Bang Teorisi, Evren’in büyük bir patlama sonucunda oluştuğunu savunmaktadır. Ve bu patlamanın gerçekten olup olmadığını test etmek mümkündür. Ancak eğer bu patlama Allah’ın müdahalesi sonucunda başladıysa, bunu bilimsel olarak ispatlamamız için Allah’ın bu patlamayı ne şekilde başlattığını da tanımlamamız gerekir. Allah ne yapmıştır da bu patlama başlamıştır? Bir düğmeye mi basmıştır? Bir kelime söylemiştir de patlama öyle mi başlamıştır? Allah’ın bu patlamanın olmasını sağlayan eylemi tam olarak nedir? Bu soruların cevabını vermeden, Allah’ın Evren’i yarattığını bilimsel olarak ispatlamak mümkün değildir. Ancak İslam dini, bizim bu soruların cevaplarını hiçbir zaman bilemeyeceğimizi, çünkü söz konusu cevapların insan aklı ile algılanmasının mümkün olmadığını savunur. Yani dolaylı olarak İslam dini, Allah’ın varlığı, Allah’ın Evren’i yarattığının bilimsel olarak ispatlanamayacağını da savunmuş olur.

Dolayısı ile, “Böylesine mucizevi özelliklere sahip bir Dünya’yı bir Tanrı yaratmış olmalıdır.” cümlesi Dünya’yı Tanrı’nın yarattığına dair bilimsel bir ispat değildir. Ancak şu soruyu kendimize sormamız yine de mümkündür. Tanrı’nın var olduğunu ispatlamak için ille de somut bilimsel kanıtlara, deneylere ihtiyacımız var mı? Sadece aklımızı ve mantığımızı kullanarak düşündüğümüzde bile Tanrı’nın var olduğu sonucuna ulaşmak mümkün değil mi?

Bu sorunun cevabının evet olduğunu düşünen birçok insan vardır. Ve bu insanlar Tanrı’nın var olduğu sonucuna kısaca şu adımları izleyerek varırlar. Öncelikle derler ki, bugün içinde bulduğumuz Evren’in varlığını açıklamanın dört yolu vardır. Öncelikle Evren hep var olmuş olabilir. Eğer bu ihtimal doğru ise zamanda ne kadar geriye gidersek gidelim, Evren’in var olmadığı bir ana ulaşamayız. Dolayısı ile Evren’in oluştuğu ya da yaratıldığı bir an yoktur, çünkü Evren’in var olmadığı bir an yoktur. İkinci ihtimal, Evren’in yoktan varolmuş olma ihtimalidir. Bu ihtimal gerçek ise, Evren oluşmadan önce uzay içinde hiçbir şey bulunmayan bir boşluktur, ve Evren bu boşluğun içinden çıkmıştır. Üçüncü ihtimal Evren’in varolmadan önce var olan başka bir varlık Evren’e dönüşmüş olma ihtimalidir. Dördüncü ihtimal Evren’in bir Tanrı tarafından yaratılmış olma ihtimalidir. Bu ihtimal gerçekse, Evren var olmadan önce var olmakta olan bir Tanrı vardır, ve Evren bu Tanrı tarafından yaratılmıştır. Bu ihtimaller üzerinden giderek Tanrı’nın var olduğunu kanıtlamak isteyen insanlar ilk üç ihtimalin akıl dışı ve mantıksız olduğunu gösterdiklerinde, geriye kalan tek ihtimalin yani Evren’i Tanrı’nın yaratmış olma ihtimalinin doğru olduğun kanıtladıklarını savunurlar. Bu dört ihtimalden en akıl dışı görünen muhtemelen ikinci ihtimaldir. Dünya üzerinde ya da uzayda yoktan varolan bildiğimiz hiçbir madde yoktur. Örneğin sıvı haldeki su donup katılaştığında buza dönüşür. Su monekülü ise oksijen ve hidrojen atomlarının bir araya gelmesi ile oluşmuştur. Oksijen atomları yıldızlar bulunan hidrojen atomlarının çekirdeklerinin birleşmesi sayesinde oluşmuştur. Hidrojen atomları, Evreni oluşturan Büyük patlama sonrası elektron ve protonların birleşmesi ile oluşmuştur. Nasıl oluştuğunu bildiğimiz hiçbir varlık varlık yoktan var olmamıştır, ve dolayısı ile her hangi bir varlığın yoktan var olma ihtimali, insana mantıksız gelecek bir ihtimaldir. Birinci ihtimal, yani Evren’in hep var olmuş olması, bizi Evren’in nasıl oluştuğunu açıklama derdinden kurtarır. Ancak bu ihtimal doğru ise bu Evren her zaman var olmuş bir varlık olduğu anlamına gelir. Böyle bir varlığın, yani her zaman var olmuş varlığın varolma ihtimali de çoğu insana mantıksız gelen bir ihtimaldir. Üçüncü ihtimal doğru ise, Evren varolmadan önce varolan, başka bir varlık kendiliğinden Evren’e dönüşmüştür. Bu ihtimal gerçek ise, o zaman söz konusu varlığın da, ya yoktan var olmuş olması, ya hep var olmuş olması, ya başka bir varlığın bu varlığa kendiliğinden dönüşmüş olması, ya da Evren’den önce var olan bu varlığın Tanrı tarafından yaratılmış olması gerekir. Yani üçüncü ihtimal doğru ise bile, bu bizi yine Evren’den önceki varlığın nasıl oluştuğu sorusu ile başbaşa bırakır. Sonuç olarak yeterince geriye gittiğimizde, birinci, ikinci veya dördüncü ihtimalden birisi geçerli olmak zorundadır. Yani Evren ya da Evren’den önce var olan başka bir şey ya hep var olmuş olmalı, ya yoktan oluşmuş olmalı, ya da bir Tanrı tarafından yaratılmış olmalı. Bu dört ihtimalden yola çıkarak Tanrı’nın varlığını kanıtlamak isteyen insanlara göre ilk iki ihtimal mantıksız olduğu için, geriye sadece bir ihtimal kalmaktadır, o da Evren’in ya da Evren’den önce var olan başka bir varlığın bir Tanrı tarafından yaratılmış olma ihtimalidir. Dolayısı ile bu insanlar ilk iki ihtimalin mantıksızlığının, elimizde kalan son ihtimalin yani Evren’in Tanrı tarafından yaratıldığını ispatladığını savunurlar.

Ancak aslında Evren’in Tanrı ya da Allah tarafından yaratıldığını savunduğumuzda, tıpkı üçüncü ihtimalde olduğu gibi, aslında kendimize sormamız gereken yeni bir soru yaratmış oluruz. Evren’den önce bir Tanrı varsa ve Evren’i o Tanrı yaratmışsa, o zaman o Tanrı nasıl var olmuştur? Bu soruya verecek yine dört cevabımız vardır. Evren’i yaratan Tanrı ya hep var olagelmiştir, ya yoktan var olmuştur, ya o Tanrı’dan önce var olan varlık kendiliğinden söz konusu Tanrı’ya dönüşmüştür, ya da o Tanrı’dan önce var olan bir Tanrı o Tanrı’yı yaratmıştır.

Sonuç olarak, bir Tanrı’nın Evren’i yarattığını savunarak, kimi insanlara mantıksız gibi görünen iki ihtimalden, yani Evren’in hep var olagelmiş olma ihtimali ile yoktan varolmuş olma ihtimalinden kaçmak mümkün değildir. Evren’in kendisi değilse bile, onu yaratan Tanrı, ya da o Tanrı’yı yaratan Tanrı, ya da o Tanrı’yı yaratan Tanrı’yı yaratan Tanrı, yani yeteri kadar geriye gittiğimizde bir varlık ya yoktan var olmuş olmalı, ya da kendisinden sonraki Tanrı’yı ya da Evren’i yaratmadan önce hep varolagelmiş olmalıdır. Eğer her hangi bir varlık hep varolageldiyse, ya da yoktan varolduysa, bu varlık ille de Evren’i yaratan Tanrı olmak zorunda değildir, bu varlık Evren’in kendisi de olabilir.

Kısacası sadece aklımızı ve mantığımızı kullanarak da bir Tanrı’nın var olması gerektiği sonucuna ulaşmak mümkün değildir. Elbette tersini, yani bir Tanrı’nın var olmasının mümkün olmadığı sonucuna da ulaşmak mümkün değildir. Dolayısı ile, bir Tanrı’nın ya da Allah’ın varlığı veya yokluğu ne somut kanıtlarla yani bilimsel olarak, ne de sadece aklımızı ve mantığımızı kullanarak ispatlanamaz. Aslında bunu Ortaçağ’da yaşamış Müslüman ve Hiristiyan din adamlarının ve filozofların da bir bölümü dile getirmiştir. Söz konusu din adamları ve filozoflar, Tanrı’nın veya Allah’ın ne gözlerimiz, kulaklarımız, yani duyu organlarımız tarafından ne de aklımız tarafından algılanamayan bir varlık olduğunu, Tanrı’yı ya da Allah’ı algılamak için, duyularızın ve aklımızın ötesine geçmek gerektiğini dile getirmişlerdi. Bu din adamları ve filozoflara göre Tanrı’nın ya da Allah’ın var olduğunu anlamak görerek, duyarak ya da düşünerek değil, ancak hissederek mümkündür.

Ben de bu şekilde düşünüyorum. Eğer Allah varsa, ve İslam dininin bahsettiği gibi bir varlıksa, onun var olduğunu anlamanın tek yolu Allah’ın var olduğunu hissetmektir. Peki ben Allah’ın ya da her hangi bir Tanrı’nın var olduğunu kendi içimde hissedebiliyor muyum? Bu soruya ne evet ne de hayır diyemiyorum. Kimi zamanda zihnimin derinlerinde bir yerde bir Tanrı varmış gibi hissediyorum. Hatta o Tanrı ile konuşuyorum, bazen o Tanrı’ya dua ediyorum. Ancak kimi zaman da içimde her hangi bir Tanrı’nın varlığına dair hiçbir his olmuyor. Hatta tam tersine hiçbir Tanrı’nın var olmadığını hissediyorum. Kısacası eğer Allah’ın ya da başka bir Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu anlamak, Allah’ın veya başka bir Tanrı’nın varlığını hissederek mümkünse, ben ne o Tanrı’nın varlığını kesin olarak hissedebiliyorum ne de yokluğunu. O nedenle ne bir Tanrı’nın varlığına ne de yokluğuna kesin olarak inanamıyorum. O nedenle de bir Ateist, Deist, Müslüman ya da Hirisityan değilim. Yakın zamana kadar tam olarak ne olduğumu tanımlayamıyordum. Sonra tam da benim durumumda olanları tanımlayan bir sözcük olduğunu öğrendim. Bir Tanrı’nın ne varlığına ne de yokluğuna inanmayan insanların kendi inançlarını tanımlamak için kullandığı bir sözcük. Agnostik. Ben agnostiğim. Ancak agnostik olmak aynı zamanda, var olan dinlerin hiçbirine inanmamak demek, dolayısı ile agnostik olmak aynı zamanda da dinsiz olmak demek. Dolayısı ile bir agnostik olarak ben de aynı zamanda dinsizim. 

Ancak üçüncü ve dördüncü yazılarımın sonlarında belirttiğim şeyi tekrarlamam gerekirse, bir Tanrı varsa, bile onun yeryüzüne ne Kuran’da tasvir edildiği gibi bir düzen getirmek istediğine inanmıyorum. Ve yine eğer varsa bir Tanrı’nın insanlara İslami kaynakları okuduktan sonra kafamda canlanan cennetle ödüllendirip, kendisine inanmayanları kafamda canlanan cehennem ile cezalandıracağına inanmıyorum. Dolayısı ile bir Tanrı varsa bile ben Kuran’ın o Tanrı tarafından gönderilen, kelimesi kelimesine o Tanrı’nın sözü olan bir kitap olduğuna inanmıyorum. Bunun öncelikli nedeni de, herşeyden önce içimde bir sesin eğer bir Tanrı varsa Kuran’ın o Tanrı tarafından gönderilen, o Tanrı’nın sözü olan bir kitap olmadığını hissetmem.  

Friday, November 14, 2014

Cennet ve Cehennemin Hissettirdikleri (Neden Müslüman Değilim 4. Yazı)


Türkiye’den ABD’ye yapacağım 24 saati bulan yolculuklardan biri idi. Sabah beş gibi yola çıkmak gerekeceği için hiç yatmamıştım. Gece bastıran uykuya rağmen ayakta kalmak için internetten bulduğum videoları izliyordum. İzlediğim videolardan birisi, cennet ve cehennem hakkındaydı. O gün duyduğum şu cümleler hala aklımda. Cennet öyle bir yerdir ki, onun nasıl bir yer olduğunu gören herkes oraya girmek için herşeyi yapacaktır, cehennem öyle bir yerdir ki, onun nasıl bir yer olduğunu gören herkes oradan kaçmak için elinden geleni yapacaktır.

İslam’ın ve Hiristiyanlık’ın ve birçok başka dinin en güçlü yanıdır cennet ve cehennem. Bir başka Dünya’da var olan, hayal gücüne bile sığmayan bir ödül ve ceza. İslam ve Hiristiyanlık’a göre hiçbir zaman sonu gelmeyen bir ödül ve ceza, Dünya’daki birçok insanı bunu vaad eden dine yöneltebilecek kadar cezbedici ve korkutucudur. Ancak İslam dinindeki cennet ve cehennem kavramları hakkında yazılanlar ve dinlediklerim benim inancımı güçlendirmek bir yana daha da zayıflattı.

Cennet ve cehennem ile ilgili doğrudan Kuran’da yazılanlara bakmadım.  Ancak Kuran’ı okumayı yıllarca ertelediğimden Kuran’da yazanları doğrudan okumadım. Bir defa okumaya başlayınca da bir önceki yazımda da yazdığım gibi, Kuran’ı benim için okumaya devam etmenin anlamsızlaştığı bir noktada bıraktım. Belki bir gün yeniden elime alır okurum bilmiyorum.

Cennet ile ilgili aklımda en güçlü şekilde yer etmiş tasfir, lise yıllarımdan kalma. Söz konusu tasfiri İstanbul’dan Altınoluk’a tek başıma yaptığım bir otobüs yolculuğu sırasında yanıma oturan 60 70 yaşındaki bir adamdan dinledim. Adam dakikalar boyunca, bana cenneti, daha doğrusu cennette bulunan kadınları, daha doğrusu kızları anlattı. Anlattıkları kızların bedenleri, yaşları ve cinsel özellikleri ile ilgiliydi. Burada adamın anlattıklarının ayrıntılarından bahsetmek istemiyorum. Ancak şunu söyleyebilirim. Belki beni Müslüman olmaya teşvik etmek istiyordu, ama bende yarattığı etki tam ters yönde olmuştu. Üstelik de o yıllar İslam dinine kendimi en yakın hissettiğim yıllar olduğu halde. Adamın anlattığı cennet kesinlikle benim gitmek, ve sonsuza kadar yaşamak isteyeceğim bir yer değildi.

Yıllar boyunca cennet hakkında duyduklarımın büyük bölümü o gece yanıma oturan adamı doğrular nitelikteydi. Değişik dinlerin cennet tasvirlerini merak ettiğimden elimden geldiğince bu konuda yazılanları okudum. Ve fikrim değişmedi, hala okuduğum ve dinlediğim kadarı ile cennet benim en azından içinde yaşadığım Dünya’ya tercih edeceğim bir yer değil. Eğer bana cennette yaşamak ya da bugün yaşadığım Dünya’da tüm acılarına, tüm olumsuzluklarına rağmen tekrar tekrar yeniden yaşama şansı verilse ikincisini seçerim.

Neden böyle düşünüyorum? Bunun için önce cennette bize vaad edilen somut ne var diye sormak lazım. Bu soruya hiçbir şey cevabı verilebilirdi. Cennet bizim bu Dünya’da asla anlayamayacağımız, algılayamayacağımız kadar güzel ve eşsiz bir yer olabilirdi ve Tanrı bize ancak eğer hak edip de oraya girerseniz, cennetin güzelliklerini algılabilirsiniz diyebilirdi. Ancak okuduğum ve dinlediğim kadarı ile, bize, vaad edilen somut bir şeyler var. Hatta cennetle ilgili anlatılanlar okuyunca kafamda bir cennet tasfirini şekillendirecek kadar güçlü. Aklımda canlandırdığım cennet öncelikle büyüleyici ırmaklar, göller, ormanlar ile kaplı. Burada bizler cennete girebilen insanlar, köşklerde yaşıyor. Emirlerine verilmiş, hizmetkarlar var. Ne kadar doğru ya da yanlış bilmiyorum ama bazı yerlerde bu hizmetkarların 7-8 yaşındaki çocuklar olduklarından bahsediliyor. Ayrıca tabii erkeklerin emrine verilen huriler var. Tüm bunları üst üste koyunca aklımda canlanan, Dünya üzerinde 7. Ya da 8. yüzyılda yaşamış güçlü bir kralın yaşamı. Emrinde yüzlerceköle ve cariye olan, ve etrafında cennet gibi bahçeler, ırmaklar, göller ve ormanlar bulunan bir sarayda yaşayan bir kralın yaşamı.

Ve de bu yaşam bana cazip gelmiyor. İlkokul ve lise yıllarında, bir apartman dairesi yerine kendime ait bir evde yaşamayı hayal etmiştim. Bu hayalimi yaşama fırsatı buldum, dört katlı aileme ait bir evde yıllarca yaşadım. Ve açıkçası mutlu olmadım. Ben yaşadığım yeri, başka insanlarla, hatta başka ailelerle paylaşmayı seviyorum. Elbette kendime ait bir odanın olması bazı anlarda ihtiyacını duyduğum bir şey. Ancak yaşadığım binanın tamamının sadece kendime ait olması beni mutlu etmeyen, rahatsız eden bir durum.

Her istediğimi yerine getiren insanların, hizmetkarların olması da hiçbir zaman aradığım bir şey olmadı. Etrafımdaki insanlardan üstün konumda olmak, onlara emir verebilecek bir insan olmak benim için en az etrafımdaki insanlardan aşağı konumda olmak, onlardan emir almak zorunda olmak kadar rahatsızlık verici bir şey. Bir dinsiz olarak bildiğim kadarı ile zaten cennete girmem mümkün değil. Ama eğer girebilseydim, ve cennette emrime hizmetkarlar verilseydi, her işimi onlara gördürmektense, onlarla aynı masada yemek yemeği, sofrayı beraber kurmayı, kaldırmayı, onlar benim işimi yapıyorsa, ben de onların işini o kadar yapmayı tercih ederdim, böyle bir cennet yaşamı beni çok daha mutlu ederdi.

Huriler konusuna gelince, belki o konuda çok ayrıntılı bir şekilde yazmamam daha doğru olacak. Sadece şunu yazayım, ben kim tarafından olursa olsun, söz konusu varlık Allah bile olsa, işi bana hizmet etmek olan bir kadın ile birlikte olamam. Bunu yapamam. Bir şekilde yaparsam da bu bana cenneti değil, cehennemi yaşatır ancak. Benim bir kadınla birlikte olmam için, o kadının beni sevdiğini, benimle birlikte olmak istediğini bilmem gerekir. Bilmiyorum belki böyle düşündüğüm için, 32 yaşındayım ve tek başımayım. Ama ben böyle bir insanım.

Dolayısı ile cennetin öne çıkan özelliklerinden hiçbiri beni cezbeden, heyecanlandıran özellikler değil. New York’ta ya da İstanbul’da küçük bir apartman dairesinde yaşamak, akşamları apartmanın yanı başında bir parkta, komşularımla bir araya gelmek, evde yaptığımız yiyeyecekleri getirmek paylaşmak, eski bir radyoda çalan şarkıları dinlemek beni cennetteki köşkte, emrime verilmiş hizmetkarlarla sürdürdüğüm bir yaşamdan çok daha mutlu eder.

Cehennem söz konusu olduğunda şunu itiraf edeyim. Evet cehennem beni korkutmayı başarıyor. Cehennemde Allah’a inanmayan, ya da günah işlemiş insanlara yapılanları okuyunca, evet oraya gitmek o insanlardan biri olmaktan korkuyorum. Ancak cehennem bende bambaşka bir duygu daha yaratıyor, ve bu duygu benim inancımı sarsıyor. Haksızlık duygusu.

Öncelikle, bu Dünya’da en çok nefret ettiğim, edebileceğim insanları hayal etmeye çalışıyorum. En kötü şeyleri yapmış olabilecek insanlar, bunları masum insanlara yapmış insanlar, hatta bunları benim tanıdıklarıma yapmış olabilecek insanlar. Ve bu insanlar, hiç bitmeyen, tekrar tekrar yeniden çektikleri bir azabı yaşıyorlar. Bir nokta gelir, yeter derim diye düşünüyorum. Sonsuz bir azap, hiç bitmeyen bir azap bence ne kadar ağır, ne kadar korkunç olursa olsun hiçbir suçun karşılığı olmamalı. Hiçbir suç bence böyle bir cezayı hak edecek kadar büyük değildir.

Üstelik cehennem Allah’a inanmayan insanların hepsinin, nasıl yaşamış olurlarsa olsunlar hepsinin gideceği bir yer. Okuduğum ve dinlediğim heryerde bu şekilde anlatıyor. Ve eğer böyle ise, eğer Allah kendisine inanmayan herkese cehennemde azap çektirecekse, içimde çok güçlü bir ses bu haksızlık diyor. Bu insanlara yapılan haksızlık. Bir Tanrı’nın sadece kendisine inanmıyor diye başka hiçbir suç işlememiş insanlara cehennemde azap çektirmesinin haksızlık olduğunu düşünüyor ve hissediyorum.

Eğer Allah varsa, eğer cehennem doğru ise, eğer oraya girersem, ne düşünürüm ne hissederim bilmiyorum. Anlatıldığı kadarı ile ölümün ardından, Allah’a inanmayan her bir insan pişman olacak, Allah’a kendini affetmesi için yalvaracak ama onlar için artık iş işten geçmiş olacak. Ancak bugün şu anda şunu düşünüyorum, eğer bu Dünya’da ya da öbür Dünya’da birilerine haksızlık ediliyorsa, benim yerim haksızlığa uğrayan o insanların yanı olmalı, onlara destek olmalıyım diye düşünüyorum. Elbette eğer varsa, ve İslam dininin anlattığı gibi ise, Allah’ın cehennemdeki diğer insanlara destek olmama, onların hissettiği azabı biraz olsun hafifletmeme izin vermeyeceğini bildiğim halde.

Kısacası şunu yazabilirim. Eğer Allah varsa, öbür Dünya varsa, ve Allah ve Öbür Dünya okuduğum dini kaynaklardaki gibiyse, ben cennetin köşklerinde yaşamaktansa, cehennemdeki insanların acılarını bir parça olsun dindirmeyi, onlara bir parça olsun destek tercih ederim. En azından bugün, hala bu Dünya’da hayatta olduğum bu anda bu şekilde düşünüyorum. Ve böyle düşünmek, eğer var olan bir Tanrı için bir suçsa bunun bedelini ödemeye hazırım.

Sonuç olarak İslami kaynakları okuduktan sonra kafamda canlanan cennet ve cehennem benim inancımı güçlendirmek bir yana daha da zayıflatıyor. Bu Dünya’da yaşayan herkesin gitmeyi arzulaması gereken cennet benim gitmek istediğim bir yer değil. Hatta kafamda canlandığı kadarı ile cennette bize vaadedilen yaşam benim inandığım değerlere ters bir yaşam. Bu Dünya’da bile cennettekine benzeyen bir yaşam beni mutlu etmez. Cehennem tıpkı yapması gerektiği gibi beni korkutuyor. Ancak korkudan daha güçlü bir duygu, haksızlık duygusu uyandırıyor. Eğer varsa bir Tanrı’nın böylesi bir cehennem yaratacağına, ve suçu ne olursa olsun insanlara, hele de tek günahı kendisine inanmamak olan insanlara orada hiç bitmeyecek bir azap çektireceğine inanmıyorum. Dolayısı ile eğer varsa bile Tanrı’nın kafamda canlanan tarzda bir cennet ve cehennem yaratabileceğine inanmıyorum.

Elbette cennet veya cehennem ile ilgili daha önce okuyup dinlediklerimi yanlış ve hatalı olabilir. Bunu ileri sürecek arkadaşların okumamı önerecekleri ayetleri okumaya hazırım.