Neredeyse lise yıllarıma kadar uzanan bir dönemde, beni ya
da başka insanları Müslüman kalmaya ikna etmek için öne sürülen görüşlerden
biri şuydu. Allah’ın var olduğundan tam olarak emin olamasak bile Allah’a
inanmak ve Müslüman olmak daha mantıklıydı. Çünkü Allah’a inanan ve Müslüman
olan bir insan, Allah yoksa bile bir şey kaybetmeyecekti. Oysa Allah’a
inanmayan bir insan, eğer Allah varsa cehenneme gidecekti, dolayısı ile bundan
çok zararlı çıkacaktı. Bu görüş, beni şaşırtacak kadar çok yerde dile
getirildi. Bu görüşü bu kadar çok insanın dile getirmesi beni şaşırttı ve
şaşırtmaya devam ediyor. Sonuç olarak bu her hangi bir dine inanmak için öne
sürülebilecek muhtemelen en zayıf gerekçe. Bu gerekçe ile bir dine inanan bir
insan, İslam’ın doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, içinde Tanrı’nın ya da
Allah’ın yokluğuna dair bile bir şüphe duyuyor demektir. Böyle düşünen bir
insanın inanmasının tek nedeni yanılıyor olsa bile, Tanrı ya da Allah yoksa
bile bundan zarar görmeyeceğini düşünmesidir. Kısacası inanç ve din bu tarz
düşünen bir insan için, doğru olduğu düşünülen bir değerler bütünü değildir,
içindeki duyduğu sesi hissederek, doğru olduğuna inanılarak izlenen bir yol
değildir, böyle düşünen insanlar için inanç ve din farklı ihtimallerin olduğu
bir durumda, olası en karlı hamle hesaplanarak yapılmış bir tür yatırımdır.
Bu yazıda, defalarca önüme gelen bu mantığı ayrıntılı bir
şekilde ele almaya çalışacağım. Öncelikle söz konusu mantığın sadece
Müslümanlarla sınırlı olmadığını, Batı’da Hiristiyanlar tarafından da aynı
mantığın dile getirildiğini belirtmek lazım. ABD’de bu mantık Paskal Kumarı
olarak da biliniyor. İsmini 17. Yüzyıl’da yaşamış Blaise Paskal isminde bir
filozoftan alıyor. Paskal Kumarı ilk paragrafta dile getirdiğim argumanın daha
sistematik bir şekilde dile getirilmiş hali. Elbette İslam’ın yerini
Hirisitiyanlık almış durumda. Paskal iki ihtimalden bahsediyor. Birinci ihtimal
Tanrı’nın varlığı, ikincisi Tanrı’nın yokluğu. Her insan için de iki seçenek
söz konusu ya Tanrı’nın varlığına inanacak ya yokluğuna. Paskal’a göre Tanrı
eğer varsa, Tanrı’ya inananlar sonsuza kadar sürecek mutlu bir hayata kavuşuyorlar,
Tanrı’ya inanmayanlar ise, sonsuza kadar sürecek bir azap ya da lanetlenme ile
karşılaşıyorlar. Eğer Tanrı yoksa ise, Tanrı’ya inanmayanların bu inançsızlık
sayesinde hayatlarına daha mutlu bir şekilde devam edebileceklerini varsaysak
bile, bu mutluluk sadece ölünceye kadar devam ediyor. Benzer şekilde Tanrı’ya
inanan bir insan, bu inançtan dolayı bu hayatı daha basit yaşıyorsa, ve
olabileceği kadar mutlu olamıyorsa bile inancının ona kaybettirdikleri, eğer
Tanrı varsa kazanacakları ile kıyaslanamayacak kadar küçük. Özetle, Paskal’a
göre Tanrı yoksa, Tanrı’ya inanmanın kaybettirecekleri Tanrı varsa, Tanrı’ya
inanmamanın kaybettirecekleri ile kıyaslandığında ihmal edilecek kadar küçük.
Dolayısı ile Tanrı’nın varlığından veya yokluğundan emin olmayan bir insan
için, doğru ve mantıklı olan yol Tanrı’ya inanmak.
Elbette ikinci paragrafın son cümlesi en baştan sorunlu bir
cümle. Sonuç olarak Tanrı’nın varlığından veya yokluğundan emin olmayan bir
insanın Tanrı’nın varlığına samimi olarak inanması mümkün değil. Sonuçta inanç,
inanmanın karı ya da zararı yapılarak yapılan bir şey değil. En temel anlamda
inanç insanın tam olarak kendi kontrolünde bile olmayan, zihninin derinlerinde
beliren bir his. Bir insan Tanrı’nın var olma veya yok olma ihtimalini
hesaplayarak hareket ediyorsa, zaten Tanrı’nın varlığına net bir şekilde
inanmıyor demektir.
Ancak bir an için bu tutarsızlığı bir yana bırakalım ve
Paskal Kumarı’nın mantığı ile düşünelim. Paskal Kumarı’nın daha ilk adımda göze
çarpan bir sorunlu yanı, aslında en azından Hiristiyanlık ve Müslümanlık söz
konusu olduğunda, sonsuz mutluluk ile sonuçlanacak hayat için Tanrı’nın var
olduğuna inanmanın yeterli olmamasıdır. Farklı Hiristiyan ve Müslüman
mezhepleri söz konusu sonsuz mutluluklar sonuçlanacak hayat için farklı yollar
önerirler. Çoğu Müslüman ve Hiristiyan mezhebi için, sonsuz mutlu hayatı elde
etmek için söz konusu mezhebin tanımladığı kurallara göre yaşamak gerekir. Kimi
mezheplere ve mezheplerin içindeki alt gruplara göre sonsuz hayatı elde etmek
için bir takım genel prensiplere uymak yeterlidir. Diğerlerine göre, kurallar
hayatın çok küçük sayılabilecek ayrıntılarını bile düzenleyecek kadar
detaylıdır. Örneğin, bazılarımız kimi Müslüman din adamlarının tuvalet
ihtiyacının nasıl giderilmesi gerektiğine ilişkin var olduğu iddia edilen dini
kuralları duymuştur, okumuştur.
İslam ve Hiristiyan dininin mezheplerinden önemli bölümü,
kendi yollarını seçmeyen, farklı mezheplere veya dinlere inananların cehenneme
gideceğini savunurlar. Gerçek eğer bu mezheplere mensup insanların savunduğu
gibiysi, Tanrı’ya inanmak sonsuz mutlu bir hayatı yaşamak için yeterli
değildir. Bunun için Tanrı’ya inanmanın yanında doğru dini ve mezhebi seçmek
gerekir.
Bir an için, Müslümanlık ve Hiristiyanlık dininin sonsuz
sayıda mezhebinin olduğunu varsayalım. Her bir mezhep de kendilerinin seçtiği
yoldan gitmeyenlerin cehenneme gideceğini savunuyor olsun. Bu durumda bir
insanın ya bu mezheplerden birini seçecek, ya da Tanrı’nın olmadığına inanıp,
kendi doğrularının gerektirdiği gibi yaşayacaktır. İlginç olan eğer mezhep
sayısı gerçekten sonsuzsa, bu durumda son seçenek en mantıklı ya da en azından
diğerleri kadar mantıklı bir seçenek haline gelecektir. Çünkü sonsuz sayıda
mezhep varsa, ve her birinin doğru olma ihtimali eşitse, o zaman onlardan
birini seçen bir insanın cennete gitme ihtimali ihmal edilebilir derecede
düşüktür. Bu mezheplerden her hangi birini seçip, kendi doğruları yerine, bu
mezhebin ona dikte ettiği doğrulara göre yaşayan bir insan bu hayatta
olabileceği kadar mutlu olmayacaktır. Dolayısı ile kendi doğruları ile ters bir
mezhebi seçen bir insan, ihmal edilebilir derecede düşük bir cennete gitme
ihtimali karşısında, bu hayatta daha az mutlu olmayı kabul etmiş demektir.
Ancak Tanrı’nın varlığına inanmayan insan en azından bu Dünya’daki hayatında
yaşıyabildiği kadar mutlu yaşamıştır. Elbette eğer Tanrı varsa cehenneme gitme
ihtimali vardır, ancak bu ihtimal mezheplerden birini seçmesi durumunda da
varolan bir ihtimaldir. Bu durumun tek bir istisnası vardır, o da bir insanın
kendi doğruları ile mezheplerden birinin ona dikte ettiği doğruların örtüşmesidir.
Bir insan böyle bir mezheple karşılaşırsa, hem o mezhebe inanan bir insanın
gerektirdiği gibi yaşar, hem de bu Dünya’dda olabileceği kadar mutlu olur,
çünkü sonuçta mezhebe inanan bir insanın yaşaması gerektirdiği yaşam ile, onu
bu Dünya’da mutlu edecek yaşam arasında bir fark yoktur.
Elbette mezhep sayısı azaldıkça, cennete girme ihtimali
artar, bu durumda, bir insanın mezheplerden kendisine bu Dünya’da en uygun
yaşamı yaşatacak olanı seçmesi, Tanrı’ya inanmamayı seçmesinden daha mantıklı
ve karlı bir seçim haline gelir, en azından Paskal Kumarı’ndaki olasılıkları
düşündüğümüzde.
Ancak burada Paskal Kumarı’nın
ilk başta gözle görülmeyen ikinci bir sonucu ortaya çıkar. Bu sorunu anlamak
için bir an için her mezhebin ayrı bir din olduğunu. Ve her dinin ayrı bir
peygamberi olduğunu varsayalım. Eğer bir an için farklı dinleri ortaya atan
peygamberlerden birinin doğruyu söylediğini, diğerlerinin yalancı olduğunu
varsayarsak, yalancı bir peygamberin kendi dinini yayması için en uygun yol, o
dinin cehennemini olabildiğince korkunç, cennetini olabildiğince güzel tasvir
etmektir. Yaydığı dine inanmayanların da cehennemden kurtulup cennete
gidebileceğini savunan, hatta bu dine inanmayanların cehennemde sınırlı bir
süre kalacağını savunan bir peygamberin dini, Paskal Kumarı ile hareket eden
birisi tarafından tercih edilmeyecektir. Sonuç olarak, böyle bir peygamberin
dinine inanmadan da cennete gitme yolu vardır. Dolayısı ile insanlar inanmadıkları
zaman karşılaşmaları muhtemel cezanın daha büyük olduğu dine inanmayı tercih
edecektir. Bu nedenle dinini yaymak isteyen bir peygamberin, o dine inanmayan
herkesin sonsuza kadar cehennem azabı ile cezalandıracağını savunmalıdır.
Elbette mezheplerin peygamberleri
yoktur. Mezhepler peygamberler tarafından getirilen dinlerin farklı şekilde
yorumlanması ile oluşur. Ancak farklı mezheplerin başındaki dini liderler için
yukarıda bahsettiğim durum geçerlidir. Bir an için bu mezheplerin bazılarının başında
kötü niyetli, ve insanların o mezheplere olan inançlarını kendi bireysel
amaçları için kullanmak isteyen insanlar olduğunu varsayalım. Bu insanlar o
mezhepleri kendi çıkarlarına uygun şekilde yorumlayabilir, ve sonrasında o
mezhebe inananları sonsuz cehennem azabı ile korkutarak, istedikleri gibi
yönlendirebilir. Örneğin, paralarını belli bir bankaya yatırmazlarsa, belli bir
partiye oy vermezlerse sonsuz cehennem azabı ile karşılaşacağını
söyleyebilirler. Paskal Kumarı mantığı ile hareket eden bir insan için, sonsuz
cehennem azabı ihtimali, bu Dünya’da yaşanabilecek her türlü acıdan daha
korkutucu bir ihtimal olacaktır. Dolayısı ile Paskal Kumarı mantığı ile
inanılan dinler ve mezheplerde kötü niyetli din adamlarının, o dine inananları
istedikleri gibi yönlendirmeleri ihtimal dahilindedir, özellikle insanlar
dinlerini ve mezheplerini, doğrudan o dinin peygamberi tarafından oluşturulmuş
kaynaklardan değil de o din adamlarından öğreniyorlarsa.
Burada benim açımdan önemli nokta şu. Tarihe
bakıyorum ve din adına yapılmış birçok kötülük görüyorum. Maraş Katliamı ve
Sivas Katliamı bunların örneği. Bir başka örnek Lübnan’da Hiristiyanların
gerçekleştirdiği katliamlar. İşin en vahimi, bu katliamları yapanlar bunu
inandıkları din adına yaptıklarını savunuyorlar. Bu katliamlar elbette en uç,
en aşırı olan örnekler. Hiristiyanlık’ın veya Müslümanlık’ın gerçek anlamda
böyle katliamları desteklemediğini savunmak mümkün. Ancak reddedemeyeceğimiz
bir şey var, o da kimi Hiristiyanlık ve İslam yorumları, din adına böyle
katliamların yapılabileceğini savunuyor. Ve bazı Hiristiyan ve Müslümanlar bu
katiamların cennete girmeyi engellemediğini hatta cennetin yolu olduğunu
düşünüyor. Sonuç olarak cennetin de cehennemin de nasıl yerler olduğunu ancak
dini kaynaklardaki tasvirlerden öğreniyoruz. İslami kaynaklardaki cennet ve
cehennem hakkındaki düşüncelerimi dördüncü yazımda belirtmiştim. Ancak bir an
için hayal edebileceğim en korkunç cehennem ile, o güzel cenneti hayal
ediyorum. Ve bu durumda bile eğer her hangi bir din, benim yanlış bulduğum,
benim değerlerime ters, eğer uygularsam beni mutsuz edecek birçok kural
içeriyorsa, o dine inanınca benim sonsuza kadar bu hayal edebildiğim en güzel cennette
yaşama ihtimalim varsa, inanmadığımda ise benim hayal edebildiğim en korkunç
cehennemde sonsuza kadar azab görme lanetlenme ihtimalim varsa, yine de o dinin
gerektirdiği gibi yaşamadan önce düşünürüm.
Eğer o dinin benimle çelişen
yanları sadece benim bireysel yaşamımla ilgili konular ise, örneğin şu yemeği
yemememi, bu kıyafeti giymememi istiyorsa o din, söz konusu yemek çok sevdiğim
bir yemek olsa, söz konusu kıyafet bana çok yakışan ve giymekten keyif aldığım
bir kıyafet de olsa, o yemekten veya kıyafetten vazgeçebilirim. Kısacası kendi
yaşamımın sadece beni ilgilendiren yanları ile bir yere kadar fedakarlık
yapabilirim, inandığım bir din için. Ancak eğer söz konusu din, örneğin
açlıktan ölmek üzere olduğu için hırsızlık yapan bir insanın elini kesmemi
emrediyorsa ve eğer ben bunu yapmak benim değerlerime aykırı ise ben o dini
reddederim. O dinin inananlarına vaadettiği cennete, veya inanmayanları içine
atacağını söylediği cehenneme zihnimin bir parçası ile inanmaya devam etsem
bile reddederim. Çünkü en azından bugün sahip olduğum, eğer varsa Allah’ın
verdiği akıl ve değer yargıları ile ben bana etrafımdaki insanlara, benim
haksızlık olduğunu düşündüğüm şekilde davranmamı emreden bir dinin dediklerini
yaparak gireceğim bir cennette mutlu olamam. Kendi değerlerime göre yaşamayı ve
eğer bir Tanrı varsa, ve o Tanrı beni yargılayacaksa, Öbür Dünya’da kendi
inandığım gibi yaşadığım bir hayatın hesabını vermeyi, ve o hayatın içinde
yanlışlar yaptıysam o yanlışların bedelini ödemeyi, inanmadığım gibi yaşayıp
cennete gitmeye tercih ederim.